Etiket arşivi: ekonomi

Öztin Akgüç: Başarı Olanaklı mı?


Ekonomide hedefler belirleniyor; yıllık, beş yıllık hatta daha uzun süreli perspektif planlar hazırlanıyor. Hedeflere ulaşmak, başarı sağlamak olanaklı mı? Başarı sağlamak için, ekonomik modelin, buna uygun politikaların ve uygulayacak kadroların iyi seçilmiş olması gerekir. Model geçerli ve gerçekçi değilse, politikalar iyi belirlenmemiş ise ve özellikle de uygulayacak kadrolar gerekli niteliklerden yoksunsa esecek rüzgârın yönü ne olursa olsun uzun süreli başarı sağlamaya olarak yoktur.

Bir model irdelenirken, ne ölçüde olayları açıklıyor, öngörüleri gerçekleşiyor mu, dayandığı varsayımlar gerçekçi mi? Bu ve benzeri kriterler çerçevesinde sorgulamak, değerlendirmek gerekir. Günümüzün başat ve egemen iktisat öğretisi ve politikaları, neoliberal olarak nitelendirilen teori ve buna dayanan politikalar. Neoliberal yaklaşımın dayandığı varsayımların gerçekçi olmadığı, geliştirdiği politikaların çözüm sağlamadığı, hatta krizlerin çekirdeğini oluşturduğu, öngörülerinin gerçekleşmediği, bu köşede de dile getirilmeye çalışılmakta, konuları bilen iktisatçı ve yazarlar tarafından yetkin biçimde ortaya konulmaktadır.

Varlıklı kapitalist ülkeler dahi, olanaklarına, ulusal paralarının tam konvertibl ve uluslararası rezerv para olarak kabul edilmesine karşın neoliberal politikalarla dünya ekonomisinde 2007 sonrası başlayan, hayli uzun süreli, bunalım demeleyim ama durgunluktan kurtulamamış, çözüm üretememişlerdir. Yakın bir gelecek için de etkin bir çözüm olasılığı ufukta görülmemektedir.

Model ve belirlenen politikalar uygun olsa dahi, uygulama önemli ve belirleyicidir. Rüzgâr, yelken ve tekneden çok sağlanacak hız, yelkenin ipini tutan elin becerisine bağlıdır. Başarıyı insan sağlar. Katılmayanlar belki çoğunlukta olabilir ama Türkiye’nin en önemli sorunu insan kaynağı kullanımındaki hatalar, yanlış seçimler, yetki alanların bir şekilde dışlanmasıdır. Bu tür değer yargılarıyla başarının ana koşulu, temeli ortadan kaldırılmaktadır. Atamalarda laf olarak yaraşırlılık, liyakat dikkate alınır. Uygulamada parti, cemaat, tarikat, kişisel ilişki, bir kliğe aidiyet, iç ve dış odakların önerileri etkili olur. Liyakat, yaraşırlılık bu abes etkenlere karşı belki en sonlarda yer alan bir ölçüt, bir kriter olarak kalır.

Sık sık yinelenir; hızlanmak, hedef doğrultusunda yol almak için, rüzgâr, tekne, yelkenden çok yelkenin ipini tutan elin becerisi, yetisi önemlidir. Siz akla aykırı, abes ölçütlere göre atamalar, seçim yapar, kıt olan insan kaynağını bir de kötü kullanır, sonra da başarı beklerseniz, bu eşyanın doğasına aykırı düşer. Başarı rastlantılara kalır. Abes kriterlere göre atanan, terfi ettirilen kişilerden oluşan kadrolardan yetkinlik hatta kişilik beklemek gözlemlendiği gibi olanaksızdır.

Türkiye’de AKP’nin 10 yıllık iktidar döneminde (2012 yılı büyüme hızı yüzde 3.2 olarak alındığında), 2001 yılı daralmasının matematik etkisine, 2007 yılı sonuna değin dünya ekonomisinde olumlu gelişmeye, toplam 360 milyar USD dolayında cari işlem açığına, artan 200 milyar USD tutarında dış borca, yine 250 milyar TL dolayında iç borca karşın, yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 5.1 oranında olmuştur. Kaldı ki bu ekonomik büyüme hızındaki gelişme de düzenli olamamış, eksi yüzde 4.8 ile artı yüzde 9.9 arasında dalgalanmıştır.

Önümüzdeki yıllarda, dünya 2008 yılı öncesi büyüme hızlarına ulaşamayacağına, bankaların tüketici kredileri eski hızları ile artamayacağına, Türkiye GSYH’nin yüzde 8 / yüzde 10’u arasında cari işlemler açığı veremeyeceğine, satılacak kamu malı azaldığına göre, rüzgâr da geçmiş hızı ile esemeyecek demektir. Yelken ipini tutan elin becerisi de denenmiş olduğuna göre, Türkiye’nin gelecek beş yılda hatta on yılda, geçmiş başarısından (performansından) daha hızlı bir büyüme hızına ulaşması, olağan koşullarda olanaklı görülmemektedir.

Gelecek beş yılda yıllık ortalama yüzde 3.5 / yüzde 4.0 arası bir büyüme beklentisi bile, bir miktar TÜİK tahmin etkisi eklense dahi, iyimser olarak yorumlanmalıdır.

Cumhuriyet

Esfender Korkmaz: Fiili işsizlik oranı yüzde 14.9


İşsizliğin çözümünde, işsizlerin vasıfları ve kaç kişiye ve hangi sektörlerde iş sağlanacağı önemlidir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) in açıkladığı işsizlik oranları fiilen işsiz olanları göstermiyor. Bunun nedeni TÜİK, işsiz olduğu halde iş aramayanları dikkate almıyor.

Gerçekte ise iş aramayan işsizlerin bir gerekçesi, uzun süre iş aradıktan sonra umutsuzluğa düşmüş olmalarıdır. TÜİK bunları “İş umudu olmayanlar” olarak sınıflandırıyor. Bir kısmı ise eş ve dost vasıtasıyla iş arıyor. Bunu açıklamıyor. Sonuçta TÜİK’in “İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” dediği işsizlerin sayısı, kabul ettiği işsizlere yaklaşıyor. Söz gelimi; 2012 Ağustos ayı için açıklanan işsiz sayısı 2.445.bin kişidir.

Buna karşılık aynı ay iş aramayıp çalışmaya hazır olanların sayısı 1.944 tür. Fiilen işsiz olanların sayısı 4.439.bin kişidir. Yani hedef bu toplama göre istihdam yaratma politikası geliştirmeliyiz. Yine TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranı yüzde 8.8 ’dir. İş aramayan işsizleri de katarsak bu oran yüzde 14.9 olacaktır.

Ağustos 2012 düzeltilmiş işsizlik göstergeleri (Bin kişi 15 +Yaş)

TÜİK ——- Düzeltilmiş Fili işgücü
İş gücü 27.812 29.756
İş gücüne 27.028 25.084
dahil olmayan nüfus
İşsiz sayısı 2.445 4.439
İşsizlik oranı 8.8 14,9
(Yüzde)

2012 Ağustos, fiili işgücü ve işsizlik göstergelerinin hesaplanması:

1) Fiili iş gücü sayısı: TÜİK’in açıkladığı iş gücü: 27 milyon 812 bin + iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar: 1milyon 944 bin = 29 milyon 756 bin kişi.

2) İş gücüne dahil olmayan nüfus: TÜİK’in açıkladığı: 27 milyon 028 bin kişi. İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar: 1milyon 944 = 25 milyon 084 bin kişi.

3) Fiili işsiz sayısı: TÜİK’in açıkladığı: 2 milyon 445bin+ iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar: 1 milyon 944 bin = 4 milyon 439 bin kişi.

4) Fiili işsizlik oranı: Düzeltilmiş işsiz sayısı. 4 milyon 439 binx100 / düzeltilmiş işgücü 4 milyon 439 bin = Yüzde 14.9.

Öte yandan, Türkiye ara malı ve hammaddeyi içeride üretmeyip, ithal ettiği sürece işsizlik oranı düşmez. Bunun için artık dalgalı kur politikasını bırakıp, birkaç yıllık geçiş süreci içinde “Kontrollü kur” sistemine geçmeliyiz.

Dalgalı kur politikası, hem içeride rekabeti bozuyor, sektörler arasında, işletmeler arasında haksız rekabet yaratıyor, hem de dışarıya karşı Türkiye’nin rekabet gücünü düşürüyor.

Türkiye’de cari açık var… Bu sene geçen seneye göre cari açık düşmesine rağmen yine de 55 milyar dolara çıkıyor. Cari açık olunca döviz ihtiyacı artar… Kur artar.. Ne var ki MB reel kur endeksine göre TL hâlâ yüzde 18 daha değerlidir. Kurun düşük kalmasının nedeni, cari açıktan daha fazla, sıcak para, dış borç, özelleştirme geliri gibi kalemlerden döviz girişi oluyor. Ayrıca halkın 120 milyar dolar döviz tevdiat hesabı var. Kur artmaya başlayınca herkes döviz bozduruyor. Bu nedenlerle “dalgalı kur sistemi” Türkiye’de otomatik kur dengesini sağlayamıyor.

Kur politikası yanında, yerli ve yabancı sıfırdan fiziki yatırımları da artırmak zorundayız. Bunun için tasarruf oranını artırmak ve kaynakları yatırıma yönlendirmek gerekir.

Yatırım, sermaye mallarına ve teçhizat stokuna yapılan ilavedir. Küreselleşme, yatırım anlayışını değiştirmiştir. Plasmanlar, yatırım olarak tarif edilmeye başlanmıştır. Oysa ki örneğin Türkiye’de borsaya plasman yapmak, yatırıma dönüşmüyor. Zira borsada yabancı sermaye oranı yüzde 70 olduğu için kârlar dışarıya gidiyor.

Türkiye’de piyasa yapısı, kambiyo sistemi, yatırımlar için caziptir. Buna karşılık;

* Özel tasarruf oranı,

* Yabancı sermaye ve kur politikası,

* Kamu altyapı yatırımları,

* Rekabetçi vergi sistemi,

* Teşvik politikası

* Bürokrasi açısından yeterli değildir.

Bunlardan, ortalama tasarruf oranının düşük olması ve tasarrufların yatırıma dönüşmüyor olması, en önemli sorundur.

Yeniçağ

PROF. DR. MEHMET ALİ KÖRPINAR : DUNYA UYANMAYA BASLADI


Mehmet Ali Hocamıza kalbi teşekkürlerimizle ….

Yaşamak demek, çalışmak demektir. Bir toplumun bir bölümü çalışırken diğer bölümü oturursa, o toplum felce uğrar. (1923, İzmir)

Mustafa Kemal ATATÜRK

Değerli arkadaşlar,

Bildiğiniz gibi geçen yıl ABD’de yaşadığı ekonomik kriz yüzünden Wall Street’de halkın gösterilerini yaşadı. Şimdi de AB ülkeleri yaşadığı ekonomik kriz ve rekor sayıda işsizlik yüzünden 23 AB ülkesinde genel grev ilan edildi. İspanya, İtalya ve Yunanistanda gösteri yürüyüşleri yapılıyor. Nihayet onlarda tüm dünyayı kimlerin sömürdüğünün farkına varıyorlar galiba.

Sizlere geçen yıl sunduğum DÜNYA KİME BORÇLU başlıklı yazılarımda bu konuya değinmiş ve gelişmiş sayılan ülkelerde dahil olmak üzere yaklaşık 60 triyon dolar borç yükünden dolayı yaşanan ekonomik krize dikkatiniz çekmek istemiştim. Söz konusu yazılarım aşağıda, yeniden bilgilerinize sunmak istedim.

Güzel ülkemizde dünyada yaşanan bu krizden etkilenecek. Çünkü en büyük ihracat yaptığımız AB ülkeleri zor durumda. Diğer ihracat yollarını kullanmak zorundayız. Ne yazık ki ABD tarafından Suriye belasının başımıza sarılması yüzünden Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracatımız da oldukça azaldı.

Şimdi de AB-D emperyalizmi askerimizi kullanmak istiyor. ABD’li ekonomist Sorozun dediği gibi en iyi ihracat ürünümüz olan askerimizi kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için gereken ortamın hazırlığı içindeler. Önce uçağımızı düşürdüler, sonra 100.000 üzerinde Suriyeli halkın sınırlarımızda kurulan kamplarda bakımını bize yüklediler. Yaklaşık 400 milyon dolar giderimiz oldu. Şimdi de topraklarımıza bombalar düşüyor ve sınır kentlerimizde yaşam tehlike altına girdi.

AB-D emperyalizmi tarafından hazırlanan ve güzel ülkemizi hem askeri hem de ekonomik açıdan zor duruma sokacak olan bu tuzağa umarım düşmeyiz.

Sevgi ve saygılarımla (16.11.2012).

Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

DÜNYA KİME BORÇLU (1) ???

Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen milletler, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Ülke Kamu Borcu

(milyar $)

Kamuborcu/GSYH

(%)

Notu (S&P):
1- Japonya 13.390 229 AA-
2- Yunanistan 487 152 CC
3- Jamaika 22 137 B
4- Lübnan 57 134 B
5- İtalya 2.702 120 A
6-İrlanda 250 114 BBB
7-İzlanda 15 103 BBB
8-ABD 15.154 100 AAA
9-Belçika 501 97 AA
10-Singapur 255 93 AAA
11-Portekiz 220 91 BBB
12-Fransa 2.483 88 AAA
13-Kanada 1.472 84 AAA
14-İngiltere 2.066 83 AAA
15-Almanya 2.904 80 AAA
TOPLAM: 41.978

(Nisan-2011-IMF verileri)

Değerli arkadaşlar,

Büyük bir ekonomik kriz eşiğinde olduğumuz bu dönemde, dünyanın Kamu borcunun, GSYH oranı dikkate alınarak ilk 15 ülke için yapılmış sıralamayı yukarıda bilgilerinize sunarım.

IMF nin Nisan-2011 verilerini içeren bu listeye giren 15 ülkenin kamu borçlarını topladığımızda yaklaşık 42 trilyon $ ediyor. Diğer ülkelerin de borçlarını düşündüğümüzde yaklaşık 60 trilyon $’lık dev bir borç yükü söz konusu oluyor.

Burada düşünülmesi ve irdelenmesi gereken, devletlere bu kadar borcu kim verdi? Yani bu devletler kime borçlu??? Bu sorunun yanıtı bulununca, dünyayı esasen kimin yönettiği de ortaya çıkacaktır.

Örneğin, büyük bir ekonomik sıkıntı çeken ABD nin yaklaşık 16 trilyon $ borcunun kime olduğu ve neden bu kadar borçlanma riskine girdiğinin araştırılması gerekiyor. Bu aşamada ABD’nin Irak ve Afganistanda 10 yıldır sürdürdüğü savaşın bedelinin Watson Enstitüsünün açıklamasına göre 4,4 trilyon $ olduğunu da anımsatmak isterim (30.06.2011-Cumhuriyet).

Değerli arkadaşlar,

Bu aşamada Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble “EGEMENLİK BORÇ VERENİNDİR” açıklamasını bilgilerinize sunmak isterim (28.07.2011-Cumhuriyet). Açık sözlü Alman Bakanın “Avro Bölgesinde yardıma ihtiyaç duyan ülkelerin egemenliklerinin bir bölümünü AB ye bırakmaya hazır olmaları gerektiğini” de söylemesi, AB ye girmek için can atan vatandaşlarımıza da gereken uyarıyı yapmasını dilerim.

Bu uyarı da yetmezse, büyük bir borç krizi yaşayan ve ekonomisi iflas noktasına gelen Yunanistana, ödemeleri için adalarını sat önerisi getiren AB üyesi ülkeler, şimdiye kadar görülmemiş, radikal bir uygulamayı tartışıyormuş. Buna göre Yunanistanın vergi tahsilatı ve özelleştirme programının AB’nin kontrolüne alınması söz konusuymuş (31.05.2011-Milliyet). Bu vergi toplama uygulamasının, Düyun-u Umumiye adıyla Osmanlıya da kabul ettirildiğini anımsatmak isterim. Yani emperyalizmin sömürü yöntemleri değişmiyor!!!

Güzel ülkemizde ise 6.600 kişi daha milyonerler kulübüne girmiş (12.06.2011-Cumhuriyet). Tüketicilerin borcu ise 200 milyar TL ye ulaşmış (25.07.2011-Cumhuriyet). Ekonomik açıdan bu kadar tezat yaşam tarzı umarım tüm yöneticilerimizin ve danışmanlarının da dikkatini çekiyordur.

Aşırı tüketim ve tasarruf açığımız yüzünden oluşan BORÇ SORUNUMUZUN yeniden ve daha açık bir şekilde dile getirilmesinin gereğini bir kez daha bilgilerinize sunmak istedim.

Sevgi ve saygılarımla (11.08.2011).

Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

NOT:

Güzel ülkemizde, 2011 Martında aylık bazda 9,7 milyar $ ile cari açıkta 183 ayın rekoru kırılmış ve yıl sonunda 70 milyar $’ı aşacağı bekleniyor.

DÜNYA KİME BORÇLU (2) !!!

Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlık ile mümkündür. (1922, Ankara)

Mustafa Kemal ATATÜRK

Değerli arkadaşlar,

11.08.2011 tarihli DÜNYA KİME BORÇLU ??? başlıklı yazımda; IMF nin Nisan-2011 verilerini içeren listeye göre 15 ülkenin kamu borçlarını topladığımızda yaklaşık 42 trilyon $ ediyor. Diğer ülkelerin de borçlarını düşündüğümüzde yaklaşık 60 trilyon $’lık dev bir borç yükünün söz konusu olduğunu belirtmiştim.

“Burada düşünülmesi ve irdelenmesi gereken, devletlere bu kadar borcu kim verdi? Yani bu devletler kime borçlu??? Bu sorunun yanıtı bulununca, dünyayı esasen kimin yönettiği de ortaya çıkacaktır” diye sormuştum.

Bu sorunun yanıtı için;

· Dünyada borsaları kimler yönlendiriyor?

· Bankaları kimler kullanıyor?

· Hükümetlerin kuruluşuna ve ekonomik kararlarına kimler yön veriyor?

· Büyük fonların denetimi kimlerin elinde?

· Silah sanayini kimler yönetiyor?

· IMF gibi kurumlarla dünya ülkelerini ekonomik açıdan hizaya kimler sokuyor?

olgularına yanıt aramak gerekiyordu.

Değerli arkadaşlar,

Artık bu sorum için çok da uğraşmak gerekmiyor. Çünkü ABD’li bilinçli halk ve STK’lar yanıtı buldular. New York’ta 8 Ekim 2011 tarihli eylemlerinde, para baronlarının ve finans kesiminin açık adresi olan Wall Streeti işgal etmek istediler. İnsanlığın %99 unu temsil ettiklerini ve tüm dünyayı sömüren %1 lik kesim için tepkilerini ortaya koydular. Yani onlarda AB-D emperyalizminin hem onları hem de bütün dünyayı nasıl sömürdüğünü gördüler. Vahşi kapitalizmin kendi ülkelerinin insanlarına da insaf ve merhametinin olmadığını algıladılar ve gerçek soyguncuları açıkladılar.

Ancak vahşi ve denetimsiz kapitalizmin de sonu geldi galiba. Çünkü yıllardır sömürdükleri gelişmiş sayılan ülkeler de biriken borçları yüzünden sarsılmaya başladı. AB ülkelerinde de %1 kesime karşı oluşan tepkiler sonucu trilyon seviyesinde destek ve borç ertelemeleri işlemleri başladı. Yani büyük bir ekonomik felaketle karşı karşıya olduklarını onlarda kabul etmek zorunda kaldılar.

Umarım güzel ülkemizde yöneticilerimiz ve danışmanları da gereken önlemleri geç kalmadan alır. Aksi halde ihracat yaptığımız ülkeler de yaşanan ekonomik krizler otomatikman bize de yansıyacaktır.

Özellikle büyük cari açığımız yüzünden sıcak paraya muhtaç olduğumuz bu dönemde çok dikkatli olmak zorundayız. Örneğin; Merkez bankamızın kur artışını önlemek için ulusal döviz rezervimizden piyasaya yaklaşık 8 milyar $’lık satışı yerine, daha önce gereksizce indirmiş olduğu gecelik borç verme faizinin artımına gitmesini beklerdim.

Sevgi ve saygılarımla (26.10.2011)

Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

NOT:

Van ilimiz ve çevresinde meydana gelen deprem falaketi yüzünden can kayıplarımız yine çok fazla olacak. Çünkü orada da olası depremlere karşı gereken önlemleri almadığımız belirleniyor. Güzel ülkemizde çok acı ve üzücü bir doğal afet sonucu oluşan can kayıplarımızın ışıklar içinde yatmasını, yaralı olanlara acil şifalar ve tüm yakınlarına da sabır ve baş sağlığı diliyorum.

Prof. Dr. Cihan DURA : Seksen Yılın Birikimi


AKP’yi Seksen Yılın Birikimi Ayakta Tutuyor / Prof. Dr. Cihan DURAcIXzu.jpg

Batı’da kriz var. Bütçe 8 ayda 8.5 milyar lira açık vermiş. “AKP iktidarının paçaları tutuşmuştur” desem yanlış olmaz. Bütçe açıklarına kaynak bulmak zorunda. Önce zam paketini açtı; yetmedi, özelleştirmeleri hızlandırdı: Yılsonuna kadar en az 34 varlığı daha satacak.

I) Evet değerli okur bizler mışıl mışıl uyurken, AKP hükümeti boş durmuyor, bakın neler yapıyor, neler… Bir aile reisi düşünün, işsiz, parasız kalmış, evinde kap kacak, yorgan döşek ne varsa satışa çıkarıyor; kim olsa bu adamı ayıplamaz mı, git kendine bir iş bul, çalış, doğru dürüst bir gelir kaynağın olsun demez mi? Ancak bunu bir hükümet yaparsa iş değişir; kimseden ses çıkmaz, görmezden gelinir, hatta alkışlayanlar bile çıkar. Bakın, nelerin hazırlığını yapıyor bu müflis hükümet:

• Eylül sonu itibariyle: İzmir Limanı için, adı Gayrimenkul AŞ’ye dönüştürülen Tekel’e ait gayrimenkuller ve makineler için son teklifler alındı.

• Ekim ayında: 10 grup halinde 17 akarsu santrali için teklifler alındı. Üç önemli varlık için daha (Kemerköy Liman Sahası, Hamitabat Santralı, otoyollar ve köprüler) son teklifler alındı. Böylece ekim ayında özelleştirme gündeminde 17 akarsu santralı, bir termik santral, iki Boğaz köprüsü, 8 otoyoldan oluşan toplam 10 varlığın dahil olduğu otoyol paketi için yatırımcılar son tekliflerini vermiş oldu. Bu paketin içindeki en büyük varlık otoyollar… Yerli yabancı birçok konsorsiyumun ilgilendiği paketten önemli gelir bekliyor AKP iktidarı.

• Kasım ayında: Elektrik dağıtım bölgelerinden üçü (Akdeniz Elektrik, Boğaziçi Elektrik, Gediz Elektrik) için son teklifler alınmış olacak. Aynı ayda teklifleri alınacak diğer iki varlık Doğusan Boru ile Kayseri Şeker… (Doğusan Boru’daki yüzde 56 oranındaki, Kayseri Şeker’de de yüzde 9.9 oranındaki kamu hisseleri satılıyor)

• Aralık ayında çok büyük bir varlık, Başkent Doğalgaz için teklifler alınacak.

Özelleştirme İdaresi, eğer bu gündemi sorunsuz yürütebilirse, 10 milyar dolar civarında bir özelleştirme yapılmış olacak. Bilhassa köprü ve otoyollar, üç elektrik dağıtım bölgesi, Başkent Doğalgaz, Hamitabat santralı büyük gelir getirmesi beklenen ihaleler.

• Bunun dışında gayrimenkul satışları var. Paket içinde küçük gayrimenkuller olmakla birlikte dört büyük varlık dikkat çekiyor: Sümer Holding’in Ankara bölgesi taşınmazları, Kemerköy Liman Sahası, Manisa Tütün Depoları ve Gayrimenkul AŞ’ye (eski Tekel’e) ait taşınmaz ve makineler. AKP hükümeti bunlardan önemli gelir bekliyor.

• Halk Bankası’ndaki kamu hissesinin özelleştirilmesi için de çalışmalar hızlandırıldı, ilanlar veriliyor. Vakıfbank’taki kamu hissesinin satışı da gündemde…

• Türk Telekom’daki kamu hisselerinin halka (!) arzı var (Halk dediği üç beş parababasıdır. “Halk” deyip işin bu yönünü kamufle etmiş oluyorlar.)

• Ayrıca: TCDD’ye ait İzmir Kruvaziyer Limanı, 46 yıl süre ile “işletme hakkının verilmesi” yöntemiyle özelleştirilecek.

• 18 adet termik, 27 adet hidroelektrik ve 56 adet akarsu olmak üzere toplam 101 santral özelleştirilecek. Enerji Bakanlığı, Akarsu Santrallerinin öncelikli olarak özelleştirme programına almış bulunuyor. ÖİB de bu dönem programına aldı.

• Ankara’da Maliye Hazinesi adına kayıtlı bazı taşınmazlar da satılıyor. Özel şirketlere satılan arazilerin yüzölçümü 51 bin m2’yi geçiyor.

AKP nasıl oluyor da hep yükselen bir skorla iktidarda duruyor? İşte bir açıklaması da burada… Önceki hükümetlerden hiçbiri kamu tesislerini böylesine vahşi bir iştahla satıp savurmamıştı, halkın sırtından böylesine kurtarıcı finansman imkânlarına kavuşmamıştı. Bu özelleştirmeler finansman sıkıntısını hafifletiyor, ekonomik krizi sürekli erteliyor.

II) Türkiye’de özelleştirme; borçlanma gibi, yabancıya toprak satışı gibi, öncelikle bütçe açıklarını kapatmak için yapılıyor. AKP destekçisi bir gazetede bir köşe yazarının (Erdoğan Süzer, Bugün, 27.9.2012) attığı şu başlığa bakın: “İki Bankayı Satarsak Seneye Zamlardan Kurtuluruz”. Ve yazısını şöyle tamamlıyor: “Bu yıl bütçe açığı, 21 milyarı aşıp 35 milyar liraya ulaşacak. Bu veri, ödenmesi gereken faturanın 14 milyar liradan daha az olmayacağını işaret ediyor. Türkiye’nin önümüzdeki aylarda daha yavaş büyüyeceği tahmininde bulunanlar, bu açığa 7 milyar lira daha ilave ediyorlar. Gelir ya da gider, bütçede odaklanacağınız tüm alanlar bu yılı kurtarmaya yetmiyor. Açılan paketler gelecek yıl bütçesine bir miktar yığınak sağlasa da benzer sıkıntıların yaşanmaması ancak bütçe dışı taze kaynak girişleriyle mümkün. O kaynak da, şimdiden özelleştirme çalışmalarına başlanan Halkbank ile Vakıfbank satışlarıyla mümkün olacak gibi görünüyor.” Ne akıl ama! Özelleştirmeler ne için yapılıyor, işte size inkâr edilmez kanıtı… Bir yandan ABD’nin, AB’nin gözüne giriliyor, bir yandan da “AKP’nin açığı” kapatılıyor, gün kurtarılıyor. Yarına Allah Kerim, kim öle, kim kala…

Bir diğeri, yazılarında AKP iktidarına toz kondurmamak için taklalar atan bir yazar, Süleyman Yaşar da pek memnun bütçe açıklarının özelleştirmelerle kapatılmasından1 : “Özelleştirmenin bütçeye etkisi çok önemlidir. Mesela bu hafta başında yapılan elektrik dağıtım tesislerinin işletme haklarının özelleştirilmesi ihalesinin, bütçe açıklarının kapanmasında önemli katkısı olacak. Bu yıl tahsil edilen 945 milyon dolar ve tahakkuk eden 9.1 milyar dolarla birlikte toplam özelleştirme geliri 15.5 milyar liraya ulaştı. Ayrıca yıl sonuna kadar yapılacak Başkent doğalgaz, akarsu santralleri, İskenderun Limanı, İstanbul Anadolu yakası, Toroslar ve Akdeniz elektrik dağıtım özelleştirilmelerinden de toplam 7.5 milyar dolar ek gelir elde edilebilir. Böylece bu yıl toplam özelleştirme geliri 27 milyar liraya ulaşabilir. Bu tutarda gelirin tahsil edilmesi halinde, 2010’da 50 milyar lira olarak hedeflenen bütçe açığının büyük kısmı, ek 17 milyar liralık özelleştirme geliriyle finanse edilmiş olur. Dolayısıyla kamu maliyesine, önümüzdeki yıl bütçelerini de destekleyecek önemli bir ek gelir olanağı sağlanır.

Peki, Türkiye’de daha ne kadar özelleştirme yapılabilir? Halen çaydan şekere, bankalardan şans oyunlarına, köprülerden otoyollara, madenlerden gaz dağıtımına kadar pek çok tesisi devlet işletiyor bu ülkede. Söz konusu tesislerin özelleştirilmesinden 70 milyar dolar daha ek özelleştirme geliri elde edilebilir. Toplam özelleştirme gelirleri İtalya’daki gibi 120 milyar dolara ulaşabilir.”

Görüyor musun değerli okur, sahipsiz kalan halkın malını satmaktan başka çıkar yol düşünemiyor ve bulamıyorlar. Sormak gerekir bu yazara: Peki, bütün kamu mallarını da elden çıkardıktan sonra ne yapacaksınız? Çok değil, 5-10 yıl içinde ulaşırsınız o sınıra… İtalya da bugün tıpkı Yunanistan gibi pupa yelken iflasa doğru yol almakta. Demek ki bu işler özelleştirme ile, halkın malını ona buna peşkeş çekmekle olmuyor Süleyman Efendi…

Aynı yazar, havayolu, radyo-TV ve çimento gibi birkaç örneğe dayanarak, gayet yüzeysel bir yaklaşımla özel şirketleri göklere çıkarıyor. Oysa ekonomik teoride özel sektörün kamuya üstün olduğuna dair kesin, ortak bir sonuca ulaşılmış değildir. Örneğin konuyla doğrudan ilgili olan bilimsel bir çalışmada2 şu satırlar yer alıyor: “Farklı ülke uygulamalarına bakıldığında KİT’lerin başarılı sonuçlar elde ettiği, birçok gelişmiş ülkenin iktisadi kalkınmasına yardımcı olduğu, gelişmekte olan ülkelerin de iktisadî ve sosyal kalkınmasında aktif roller üstlendiği görülmektedir.”

Aynı yazar ayrıca Türkiye örneğinde “kamusal ve özel mülkiyet arasında verimlilik ve etkinlik açılarından bir fark olup olmadığını… uygulama düzeyinde” belirlemeye çalışmış ve şu sonuca ulaşmıştır: “Yapılan ampirik çalışmalar teoride ortaya atılan iddiaları doğrulamamaktadır; mülkiyet tipi ile verimlilik arasında bir ilişkinin varlığı kanıtlanamamıştır.” Yazar Yahya Can Dura Türk imalat sanayinde (1990-2001) kamu ve özel firmaların verimliliğini de karşılaştırmış, benzer bir sonuca ulaşmıştır. Buna göre incelenen 9 sektörün 7’sinde özel firmalar, 2’sinde ise kamu firmaları toplam faktör verimliliği bakımından önde olmakla beraber, verimlilik farkları hiç de önemli boyutlarda değildir.

III) Özelleştirme sadece halka ait aktiflerin özel şahıs ve şirketlere satılmasından ibaret değildir, bu özelleştirmenin dar anlamıdır. O geniş anlamıyla aynı zamanda ekonomik ve sosyal yapıların, hukukun, kuralların da özelleştirilmesidir. Bir vesile ile vurguladım: “Türkiye’de son yıllarda çıkarılan pek çok yasa ve diğer mevzuat değişikliği, Yatırım Danışma Konseyi’ndeki çokuluslu tekeller ve sermaye örgütleri öyle ‘tavsiye’ ettiği için yapılmıştır.” Bu kapsamda bir bilim insanımız, Prof. Dr. Yasemin Özdek, “özel şirketlerin ve sermaye örgütlerinin mevzuata yön vermesini, yasa değişikliklerini kararlaştırmasını, “yasama faaliyetinin özelleşmesi” olarak görüyor” ki son derecede haklıdır. Şöyle devam ediyor Sayın Özdek3 : “Bu, özelleşme sürecinin son halkasıdır. Özelleşme sadece kamu varlıkları ve kamu hizmetleriyle sınırlı kalmayıp, siyasi kararların alınma sürecine de yansıyor ki, böyle bir durum demokrasinin yok edilmesi demektir. … Sorun sadece yoksullaşma ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının gaspı meselesi değildir, aynı zamanda demokrasinin biçimsel koşullarının bile ortadan kalkması, siyasi rejimin değişmesi meselesidir.”

Ben şimdi “AKP’yi ayakta tutan bir destek de 80 yıllık Cumhuriyet’in birikimidir” desem, yanlış mı söylemiş olurum, değerli okur?

Hangi iktidar Ata mülkünü bunların yaptığı kadar şuursuzca satıp savurdu?

1 Süleyman Yaşar, “Özelleştirmenin Bütçeye Etkisi”, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/yasar/2010/08/13/ozellestirmenin_butceye_etkisi (8.10. 2012)
2 Yahya Can Dura, Mülkiyet Tartışmaları: Kamu İşletmeleri Verimsiz mi? İleri Yayınları, İst., 2006, s.146 vd.
3 Yasemin Özdek, “Yabancı Sermayenin Kamuyu İşgal Programları”, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/yabanci-sermayenin-kamuyu-isgal-programlari-haberi-56583, (5.6.2012)

Prof. Dr. Cihan DURA, 11 Kasım 2012

Esfender Korkmaz: Para tutmak el yakıyor


Türkiye İstatistik Enstitüsü Kurumu, Ekim ayında, finansal yatırım araçlarının TÜFE’ye göre hesaplanmış reel getiri oranlarını açıkladı.

Reel getiri oranları olarak, Ekim ayında elde TL, altın ve döviz tutanlar kaybettiler.

Mevduat brüt reel faizin aylık getirisi eksi 1.43 oldu. Faiz üstünden alınan vergi stopajını da eklersek mevduatta reel kayıp yüzde 1.68’e çıkıyor. Yani mevduat sahibinin mevduatı, bir ayda yüzde 1.68 oranında eridi. Ekim başında mevduat açanların her yüz lirasının satın alma gücü, ekim sonunda 98.32 liraya geriledi.

Mevduat faizi yıllık bazda brüt olarak yüzde 0.68 oranında reel kayıp getirdi. 2011 yılında da mevduat, Aralık’tan Aralık’a bir yıllık reel faiz olarak yüzde -2.7 oranında kayıp getirmişti.

Eksi faizin ekonomik etkileri ne olur ?

Ekonominin yumuşak karnı cari açıktır. Cari açığın temel nedeni iç tasarrufların düşük olmasıdır. O kadar ki, 2002 yılında toplam tasarrufların Milli Gelire oranı yüzde 20’ler dolayında iken, şimdi yüzde 14’lere geriledi. Eksi faiz ise tasarrufun düşmanıdır. Ekonomik ajanlar “nasıl olsa paramızı enflasyon bitiriyor… En iyisi biz tüketelim ” yaklaşımı ile hareket ediyor. Ortalama tüketim eğilimi artıyor.

Bazı toplumlarda, eksilen tasarrufun yerine insanlar daha çok tasarruf ederek eksi faizler söz konusu olduğunda, tasarruflarını artırabilir. Ancak Türkiye’de ikame etkisi denilen bu etkinin çalışmadığı açıktır. Çünkü eksi faize rağmen ortalama tasarruf oranı artmamıştır. Bu oranı, her yıl bir önceki yıla göre ortalama tüketimin ve ortalama tasarruf oranındaki değişme ile karıştırmamak lazımdır. Söz gelimi talep artışı yok derken, ortalama tüketim eğiliminin bir önceki yıl ortalaması ile aynı olduğu ifade ediliyor.

Eksi faizin tasarrufu kösteklemesine rağmen Merkez Bankası neden eksi faiz politikası izliyor ?

Çünkü, Başbakan Erdoğan düşük faiz istiyor ve “Enflasyon, faizin neticesidir. Hedef nedir? Hedef inşallah faizle enflasyonu aynı seviyeye getirmektir. Faizi sıfırlamak için bunu yapmaya mecburuz. Bu adımları atacağız. Türkiye ona doğru gidiyor” şeklinde yorumluyor. Başbakan bu yorumunda yanılıyor.

Faiz ve enflasyon ilişkisiyle ilgili İki tartışma var:

Bir: “Faiz sebeptir, faizi düşürürsen enflasyon da düşer”.

İkincisi ise “Faiz sonuçtur… Enflasyonu düşüremezseniz faiz düşmez” anlayışı şeklindedir.

Aslında her iki yaklaşım da bize uymuyor… Çünkü Türkiye’de enflasyon kronik yapı kazandı… Faiz oranlarına karşı duyarsızdır. Başka bir ifadeyle geçmiş yıllara bakarsak, faiz oranları ile enflasyon arasında doğrusal bir ilişki ortaya çıkmıyor.

2004 yılı Mart ayında TÜFE oranı yüzde 10’lar seviyesine geriledi. Bu arada yüksek reel faizler ve son iki yıldır da eksi faizler yaşamış olmamıza rağmen enflasyon değişmedi. Yüzde 10’un bir altında, bir üstünde gidiyor.

Hazine Gösterge Faiz Oranı /(Yüzde)
Yıllar Nominal faiz Enflasyon Reel faiz

2008 19.2 10.06 8.3
2009 11.7 6.53 4.8
2010 8.0 6.40 1.5
2011 8.6 10.45 -1.7

Yukarıda tabloda, 2008 yılında reel faizin yüzde 8.3 olmasına karşılık enflasyon oranı 10.06 ’dır. 2011 yılında reel faiz -1.7’ye gerilemiştir. Buna rağmen enflasyon daha yüksek 10.45’tir.

Başbakanın yanıldığı, reel faiz olayıdır. Örnek verdiği ülkelerde nominal faizi örnek veriyor. Doğrusu reel faizi konuşmaktır. Ayrıca sonuçlar eksi faizin enflasyonda işe yaramadığını gösteriyor.

Yapılması gereken eksi reel faizi kaldırmak ve enflasyonu yapısal önlemlerle çözmektir.

Yeniçağ

Çok Şükür Bugün Pazartesi !


Personelinizden ne kadar sıklıkla “Çok şükür bugün Pazartesi!” dediklerini işitiyorsunuz?

Eminim ki, çok sık değildir. Takım ilişkileri küçük paylaşımlarla nasıl geliştirilebilir diye düşündüğümüzde, inanın bu konuya küçücük bir vakit ayırdığınızda büyük başarılara imza atabilirsiniz.

Hayatımızın büyük bir kısmını bir iş yerinde geçiriyoruz, ailelerimize ayırdığımızdan daha çok zamanı çalışma arkadaşlarımızla beraberiz, peki neden o zaman işyerlerimizi insanların gelmeye can attıkları yerler haline getirmiyoruz? Bilhassa Pazartesi günleri için!

Birbirini teşvik eden, destekleyen, cesaret veren bir ortam yaratabilirseniz “samimi, sıcak ve sevecen bir işyeri ” işiniz ve hayatınız hem sizin için hem de çalışanlarınız için daha keyifli hale gelecektir, bunun sonucu olarak da daha verimli, daha moralli ve daha kârlı bir işyeri yaratacağınızdan emin olabilirsiniz. Size bunu garanti edebilirim.

Yapmanız gereken ilk adım çok basit. Öncelikle takım arkadaşlarınıza çalışma ortamını geliştirmek için ne yapmak istediklerini sorabilirsiniz. Onlardan alacağınız bir istek listesi kılavuzunuz olabilir. Çoğunluğun aslında sizden “sıcak bir Günaydın!” gibi ne kadar küçük şeyler istediklerini görünce şaşıracaksınız.

Ufak yatırımlar yapın! Dikkat edin yatırım diyorum, masraf değil! Ne mi, mesela şirkete daha kaliteli çay veya kahve makinesi alabilirsiniz, atıştırmalık kuruyemiş türü şeyleri herkesin paylaşımı için alabilirsiniz veya şirket bütçesini tutturduğunda, çok istenen bir müşteri ile anlaşma sağlandığında herkese bir sinema veya tiyatro bileti veya bir kutlama pastası! Bu ve bunun gibi bir organizasyon için dişe dokunmayan küçük şeyler. Kendinizden pay biçin, ufacık bir hediye aldığınızda mutlu olmaz mısınız?

Her Pazartesi sabahı herkes için güzel poğaçalar veya simit almayı deneyin mesela.

Ara ara – her 90 dakika ritmik saatimize uygun olarak – çay veya kahve molaları vermeyi deneyin. Çalış dinlen – çalış dinlen – 15 dakika ara ver metodunu uygulayabilirseniz çalışanlarınızın bütün gün masasından kalkmadan çalıştıklarından çok daha fazla verimli çalıştıklarını keşfedeceksiniz.

Finans müdürünüz bu tür harcamaların bütçede yeri olmadığını, söyleyebilir, peki personel verimliliğinde % 10 azalma bütçeye ne kadar etki eder? Bir personeliniz ayakları geri giderek işe geldiğinde ve bütün gün asık suratla dolaşıp etrafındakileri de etkilediğinde ya da personelini destekleyen rakip bir firmaya geçmek üzere aniden ayrıldığında bütçeye ne kadar zarar verir? Bunlar da bütçeye kondu mu acaba?

Hepimiz “sosyal hayvanlarız” takdir edildiğimizde ve beraber çalıştığımız insanları sevdiğimizde en büyük performansı gösteririz. Eğer insan olarak bizlerin “ Fizik vücudu olan ruhsal varlıklar değil, ruhsal varlıklar olup fizik vücutla dünyada yer alan bireyler olduğumuzu ” idrak ettiğimizde, herkesin kazandığı bir ortam yaratabiliriz!

Herkese muhteşem bir hafta dileğiyle… Finans müdürünüze ekstra poğaça veya simit almayı unutmayınız (rejimdeyse kepekli!)

MAHFİ EĞİLMEZ : TL Zone


Zone, İngilizce’de bölge anlamına geliyor. TL zone, TL bölgesinin değişik bir ifade biçimi olarak alınabilir.

Parasal alan ya da bölge denildiğinde iki tür tanım var ekonomi biliminde: Para bölgesi ve Optimum para bölgesi.

Para bölgesi (currency zone): Parası az güçlü ya da güçsüz olan ekonomiler paralarını katı bir değişim oranıyla parası güçlü bir ekonominin parasına bağlıyorlarsa bir parasal bölgeden söz etmemiz mümkündür. Bu bölgenin coğrafi anlamda aynı çerçevede olması şart değil. Örneğin Hindistan, bir zamanlar İngiltere’nin para birimine dayalı olan Sterlin bölgesinde yer alıyordu.

Bu bölgede yer alan ekonomilerin öteki para birimleriyle olan ilişkisi esas aldıkları güçlü ülke para birimi aracılığıyla olur. Geçmişte Sterlin bölgesi, Dolar bölgesi, Fransız Frangı bölgesi, Portekiz Esküdosu bölgesi, İspanyol Pesetası bölgesi gibi para bölgeleri vardı. Günümüzde hala varlığını sürdüren parasal bölgeler olmakla birlikte Dolar dışındakilerin kapsam ve etkisi ya tamamen kalkmış ya da zayıflamıştır. .

Optimum para bölgesi (optimum currency zone): Coğrafi bir bölge içinde bulunan ekonomilerin ekonomik etkinliği en üst düzeye çıkarabilmek amacıyla tek bir para birimini kullanmaları halinde optimum para bölgesinden söz edebiliriz. Bu bölgede bir parasal birlik oluşturulmuş olur. Bu birliğin teorisyeni ünlü Nobel ödüllü iktisatçı Robert Mundell’dir. Avrupa Birliği içinde oluşturulan Euro Bölgesi optimum para bölgesinin en tipik örneğidir ve Mundell’in çizdiği esaslara göre kurulmuştur.

Son günlerde Türkiye’de Euro bölgesine girmeyip onun yerine TL bölgesi kurma düşüncesi çerçevesinde bir tartışma başladı. İşadamları, ihracatçılar bu düşünceye destek verirken akademisyenler soğuk baktılar. Düşünceye soğuk bakanlardan birisi de benim. Ben bir kavram kargaşası yaşandığını düşündüğüm için yukarıda tanımlara girdim.

Biz henüz Avrupa Birliği’ne üye olmuş değiliz. Ve üye olmadığımız halde Euro bölgesine girelim diye bir düşüncemiz olduğu şimdiye kadar hiç açıklanmadığına göre böyle bir düşüncemiz yok demektir. Bu durumda Euro bölgesine girip girmemek niçin bizim konumuz oluyor? Bu bir soru.

Bizim TL bölgesi (TL currency zone) kurmamız için kendi paralarını TL’ye bağlayacak (peg edecek) ülkeler olması ve bu ülkelerin kendi paralarını öteki ülke paralarına TL dönüşüm kurlarıyla çeviriyor olması gerekli. Böyle bir durum yok. Bu bir gerçek.

Bizim TL zone yapmamız için TL’sını kenmdi para birimi olarak benimseyecek ülkeler olması gerekli. Türkiye ve KKTC dışında bizim paramızı kendi parası olarak benimsemiş ülke yok. Yani TL üzerinden bir optimum para bölgesi kurma olasılığımız söz konusu değil. Bu da bir başka gerçek.

Gerçekte olan şey komşu bazı ülkelerle yapılan ticaretin bir bölümünde TL ile alış veriş yapılmasıdır. Bu alış verişten bir para bölgesi yaratılmaz. Unutmamak gerekir ki onlar da TL’yi ya bizden mal almak için kullanıyorlar ya da dolara veya Euro’ya çeviriyorlar. Yani burada aracılığı yapan yine Dolar, Euro ya da altın.

Faiz Dersi


Faiz nedir?

Piyasa açısından bakarsak faizi, tasarruf sahibinin, tasarrufunu, ihtiyacı olana belirli süre için kullandırmasının karşılığı olarak aldığı bedel olarak tanımlayabiliriz. Ekonomi bilimi açısından faiz iki farklı biçimde tanımlanır: (1) Bir borç anlaşmasının satışı sonrasında elde edilen getiri miktarı, (2) Üretim amaçlı olarak kullanılan sermayenin getiri oranı.

Piyasa faizi türleri

Bankaların belirli bir dönem için mevduat karşılığında uyguladıkları faize mevduat ya da borçlanma faizi, topladıkları mevduattan ihtiyaç sahibine verdikleri borçlara uyguladıkları faize de kredi ya da borç verme faizi deniyor.

Basit faiz

Belirli bir dönem için yatırılan mevduatın o dönem sonunda kazandığı faiz getirine basit faiz deniyor. Basit faiz getirisi şöyle bir formülle hesaplanıyor:

Basit Faiz = Anapara x Faiz Oranı x Süre

Bir yıl vade ve yüzde 8,5 (= 0,085) faiz oranıyla 10.000 TL mevduat yatırdığımızı düşünürsek basit faiz getirisi şöyle hesaplanır:

Basit Faiz Getirisi = 10.000 x 0,085 x 1 = 850 TL

Bileşik Faiz:

Geçmiş dönem faizinin de anaparaya eklenmesiyle yeni dönemde elde edilen faiz getirisine bileşik faiz deniyor.

Bileşik Faiz Getirisi = Anapara x Dönem Faizi x Dönem Sayısı

Aylık yüzde 0,8 faizle 10.000 TL mevduatı üç ay boyunca faizini de üzerine eklemek suretiyle bankada tutarsak 3 ay sonunda bileşik faiz getirisi şöyle hesaplanır:

Bileşik Faiz Getirisi = 10.000 x 0,008 x 3 = 240 TL

Bu durumda bileşik faiz oranı da (240 / 10.000 ) = 0,024 yani yüzde 2,4’e denk gelir.

Nominal faiz

Bankaların mevduata uygulayacaklarını açıkladıkları faiz nominal faizdir. Örneğin bir banka 1 yıl vadeli mevduata yüzde 8,5 faiz vereceğini açıklamışsa bu nominal faizdir.

Net nominal faiz

Bankaların açıkladıkları nominal faizden vade sonunda gelir vergisi stopajı yapılır. Mevduat sahibinin eline geçen faiz getirisi bu kesintiden sonraki tutardır. Türkiye’de mevduat faizlerine yüzde 15 oranında gelir vergisi stopajı uygulanıyor. Bir bankaya yüzde 8,5 nominal faizle bir yıllığına 10.000 TL yatıran bir kişinin net nominal faiz getirisi şöyle hesaplanacaktır:

10.000 x 0,085 = 850,00 TL

850 – (850 x 0.15) = 722,50 TL

Ya da net nominal faiz oranını hesaplamak istersek:

0,085 – (0,085 x 0,15) = 0,07225 yani yaklaşık olarak yüzde 7,3

Reel faiz

Nominal faizden enflasyonun etkisinin giderilmesi yoluyla hesaplanan faizdir. Bir anlamda dönem sonunda ele geçecek olan faizin satınalma gücündeki değişimden arındırılmasıyla hesaplanmış faiz demektir. Burada hesaba katılması gereken enflasyon oranı paranın yatırıldığı anda geçerli olan enflasyon oranı değil dönem sonunda geçerli olması beklenen enflasyon oranıdır. Buna “beklenen enflasyon” deniyor.

Reel faiz şöyle bir formülle hesaplanır:

Reel faiz = (1 + Net Nominal Faiz) / (1 + Beklenen Enflasyon) -1

Bir kişinin bankaya yüzde 8,5 (0,085) nominal faizle bir yıl vadeyle 10.000 TL yatırdığını, paranın yatırıldığı tarihte 12 aylık enflasyon oranının (TÜFE) yüzde 7,5 (0,075) olduğunu ve bir yıllık vadenin sonunda bu oranın yüzde 7 (0,07) olmasının beklendiğini düşünelim. Söz konusu yüzde 8,5 oranındaki nominal faiz oranından yüzde 15 stopajı düşersek net nominal faiz oranı yüzde 7,225 (0,07225) olarak bulunur. Bu durumda reel faiz hesabı şöyle yapılır:

Reel Faiz = (1 + 0,07225) / (1 + 0,07) – 1 = 0,0021 yani yüzde 0,21.

Genellikle piyasada hesaplama yapılırken net nominal faiz değil nominal faiz hesaba alınıyor. Bu doğru bir hesaplama değildir. Çünkü gelir vergisi olarak kesilen tutar kişinin eline geçen miktarın dışında tutulması gereken bir tutardır.

Eğer beklenen enflasyon vade sonunda beklendiği gibi yüzde 7 olarak gerçekleşmişse bu hesaplamaya göre bu kişinin eline vade sonunda yüzde 7,225 net nominal faiz hesabıyla 722,5 TL faiz geliri geçmiş görünecektir. Bu miktarın enflasyondan arındırılmış reel faize göre hesaplanmış satınalma gücü yalnızca 21 TL olacaktır.

Gerçek Getiri

Buraya kadar yaptığım hesaplamalar piyasada yapılan hesaplamalardır. Buradan itibaren piyasada yapılmayan bir hesaplamayı sizlere sunacağım. Ben bunu gerçek getiri olarak adlandırıyorum.

Bu hesap işin içine anaparada vade süresince ortaya çıkacak satınalma gücü yıpranmasını da katmaktadır. Çünkü vade boyunca bankada mevduat olarak tutulan paranın da satınalma gücü enflasyonla birlikte düşmektedir. Bu hesabı yapmazsanız reel faiz size satınalma gücünüzün nasıl geliştiğini gösteremez. Gerçek getiri hesabını şu formülü kullanarak yapabiliriz:

Gerçek Getiri = Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri + Net Nominal Faiz

Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri = (Yatırılan Para) x (1 – Enflasyon)

Ekim 2012 itibariyle bankaların yıllık mevduata verdiği nominal faiz yüzde 7,5, buna göre de stopaj sonrası net nominal faiz yüzde (7,5 – (7,5 x 0.15) = yüzde 6,4 dolayında bulunuyor, bir yıl sonrası için beklenen enflasyon oranı TCMB’nin son beklenti anketine göre yüzde 6,7. Bir kişinin 10.000 lirasını yüzde 7,5 nominal faizle (yüzde 6,4 net nominal faizle) ve bir yıl vadeyle bankaya yatırdığını düşünelim ve buna göre yukarıda sözünü ettiğim gerçek getiriyi hesaplayalım.

Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri = (10.000) x ( 1- 0.067) = 9.330 TL

Net Nominal Faiz Getirisi = 10.000 x 0,064 = 640 TL

Gerçek Getiri = 9.330 + 640 = 9.970 TL

Bu kişinin, reel faiz hesabıyla bakıldığında küçük de olsa bir faiz getirisi elde etmiş gibi göründüğü, buna karşılık gerçek getiri hesabı yapıldığında aslında bir yılın sonunda toplamda – 30 TL’lik reel satınalma gücü kaybına uğramış olduğu ortaya çıkıyor.

Herkesin böyle sofistike hesaplar yapmadığını varsaysak bile insanların bu durumu hissettiklerini düşünüyorum. Aksi takdirde Türkiye’de tasarrufların GSYH’ya oranının son on yılda yaklaşık on puanlık bir gerileme göstermesini açıklayacak fazla argümanımız olmazdı.

Atatürk’ten İsmet Paşa’ya Acı Reçete /// CC : @ulusalkanalTV @ulusalkanal


"SEVGİLİ Paşam, Cumhuriyet’in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor.

Durumumuzun bir bölümünü, Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını, Lozan dönüşü sen bize anlattın.

Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim.

Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız.

Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor.

Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor.

Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz.

Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı. Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.

Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!"

Tarih 30 Ekim 1923… Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’yı Köşk’e davet eder. Ülkenin genel durumu hakkında hazırlattığı raporları İsmet Paşa’ya böyle sunar. Atatürk ve arkadaşlarının devraldıkları ülke işte böyle perişan durumdaydı. 10 Kasım’da parlak nutuklar atarak, bağlılıklarımızı bildirerek andığımız Atatürk’ün nasıl bir mucize yarattığının bilincinde miyiz? Bugün ona sahip çıkabiliyor muyuz? Yoksa sadece nutuk mu atıyoruz?

(*) Cumhuriyet-Türk Mucizesi, ikinci kitap-TURGUT ÖZAKMAN

İkiz Açık, Üçüz Açık


İktisatçıların bir bölümü cari açığın, kamu gelir gider dengesinin açık vermesinden kaynaklandığı ve cari açığın da dönüp kamu gelir gider açığını beslediği görüşündedir. Bu neden sonuç ilişkisine ikiz açık hipotezi adı veriliyor. Bu hipotezi savunanlara göre büyük oranlı bütçe açıkları verdiği için cari açığı da giderek büyüyen ABD’nin cari açığını azaltması ancak kamu gelir gider açığını kapatmaya başlanmasıyla mümkün olabilir.

Önce makroekonomik denge denklemini yazalım: (S – I) + (T – G) = (X – M) yani özel kesimin tasarruf (S) ve yatırım (I) dengesi ile kamu kesiminin gelir (T) ve gider (G) dengesinin toplamı cari dengeye (X – M) eşittir. Denklemin sol tarafındaki iki dengenin toplamı bir ülkenin iç ekonomik dengesini, sağ tarafı ise dış ekonomik dengesini gösterir. Yani bir ülkenin iç ekonomik dengesi ile dış ekonomik dengesi birbirine eşittir ve denklemin kuruluş mantığı gereği bir ülkenin iç ekonomik dengesi ne kadar açık veriyorsa dış ekonomik dengesi de o kadar açık veriyor demektir. Bunun anlamı iç ekonomik denge açığının dış ekonomik denge açığı yoluyla finanse ediliyor olmasıdır. İç ekonomik dengeyi oluşturan dengelerden özel kesimin tasarruf yatırım dengesi (S – I) ya da kamu kesimi gelir gider dengesi (T – G) tek başına açık veriyor ve buna dış ekonomik denge yani cari denge (X – M) açık vererek eşlik ediyorsa ikiz açık söz konusudur. Yok eğer iç ekonomik dengelerin ikisi de açık veriyor ve cari denge de bunlar kadar açık veriyorsa o zaman üçüz açık söz konusu demektir.

Türkiye ekonomisi için 2012 yılına ilişkin tahminlerimizi kullanarak bu dengeyi oluşturmaya çalışalım. (S – I) dengesi konusunda tahmin yapmamız için eldeki veriler henüz tam oluşmamış durumda. Çünkü henüz GSYH bileşenlerini 6 aylık bazda biliyoruz. Bu durumda diğer iki değişkeni tahmin edersek (S – I) dengesini de denklemden giderek bulabiliriz. Bütçe dengesinin (T – G) 8 aylık sonuçları yılsonunda bütçe açığının GSYH’ya oranının yüzde 2,5 dolayında olacağını gösteriyor (merkezi bütçe açığı üzerinden yaptığımız bu tahminde diğer kamu kesimi dengelerinin açık ve fazlalarının denk olacağını ve sonuçta merkezi bütçenin kamu kesimi finansman dengesini yüzde 5 oranda sapmayla temsil edeceğini düşünüyorum.) Yüzde 2,5 dolayındaki bir bütçe açığı kabaca 35 milyar TL dolayında bir açık demektir. Cari dengedeki düşüşün yılsonunda bir miktar artışa dönüşeceğini ve sonuçta cari açığın kabaca 62 milyar dolar dolayında gerçekleşeceğini tahmin ediyorum. Eğer yılsonu dolar kuru 1,8 dolayında olursa bu açığın TL cinsinden karşılığının yaklaşık 114 milyar TL olmasını bekliyorum. Şimdi bu tahminlerimizi denklemimizde yerine koyalım:

(S – I) + ( T – G) = (X – M)

(S – I) – 34 = – 114

(S – I)’yı solda yalnız bırakırsak (-35 sağ tarafa + 35 olarak geçer);

(S – I) = -114 + 34 = -80

Bu durumda denklemimiz şöyle olur:

-80 -34 = -114

Bu denklemin toplamı sıfıra eşittir (-114’ü sola geçirirsek eşitlik sıfıra eşit hale gelir.)

Ya da bunları bir tabloda gösterirsek şöyle bir görünüm elde etmiş oluruz:

Dengeler (milyar TL) 2012
(S – I) Tasarruf Yatırım Dengesi – 80
(T – G) Bütçe Dengesi -34
(X – M) Cari Denge -114

Tabloya göre 2012 yılında Türkiye’nin üç dengesi de açık vermiş yani üçüz açık olgusunu yaşamış olacaktır. Bu yeni bir olgu değildir. Önceki yıllarda da Türkiye üçüz açık sorunuyla karşı karşıyaydı. Bununla birlikte açıkların ağırlığı zaman içinde değişim göstermektedir. 2000’li yıllar öncesinde Türkiye’nin en büyük sorunu bütçe dengesinin bozukluğuydu. İzleyen yıllarda bütçe dengesi düzelmeye bu kez de cari dengesi bozulmaya yüz tuttu. 2012 yılında cari dengede iyileşme görülse de bütçe dengesinde bir bozulma söz konusu oluyor.

Üçüz açık tam anlamıyla bir "dengesizliğin dengesi"ni ifade ediyor. İç ekonomik dengeyi oluşturan iki dengenin de açık verdiği ve bunu dış açığın dengelediği bir durum.

Bu yazıda ortaya koymaya çalıştığım görüş ekonomi biliminin hipotezlerinin her zaman her yerde aynı geçerlilikte olmayabileceği görüşüdür. İkiz açık hipotezi bütçe açığındaki artışın, cari açığı artıracağı ve bu biçimde artan cari açığın dönüp bütçe açığını artıracağını ileri sürüyor. Hipotez ABD ekonomisi için doğru görünüyor. Türkiye açısından farklı bir hipotezin geçerli olduğunu düşünüyorum: “Cari açıktaki gerilemenin bütçe açığını artırması” söz konusu. Dolaylı vergilere dayalı Türk bütçe sistemi, ithalatın düştüğü yıllarda daha düşük ithalat vergileri tahsil edileceği için daha büyük açık verecektir. 2012 yılında yaşadığımız olgu budur. Bu durumda ABD ekonomik sistemi cari açığı kapadıkça bütçe açığını azaltırken, Türkiye ekonomisi cari açığı kapattıkça daha fazla bütçe açığı verecektir.

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!