Günlük arşivler: Kasım 3, 2012

TOP SECRET : U.S. Customs and Border Protection Security Policy and Procedures Handbook


DÖKÜMANI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.

Harris Corporation Wireless Surveillance Products Standard Terms and Conditions of Sale


Harris Corporation Wireless Surveillance Products Standard Terms and Conditions of Sale.pdf

Seattle Police Department Unmanned Aerial System Operations Draft Manual


Seattle Police Department Unmanned Aerial System Operations Draft Manual.pdf

Ümit Özdağ: Bu ne korku?


4 Kasım’da (yarın) yapılacak MHP 10. Olağan Kurultayı’nın hemen öncesinde MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın yapmış olduğu açıklama, MHP’nin mevcut genel merkezinde 10. Kongre’yi kaybettikleri korkusunun yerleştiğini göstermesi açısından çok önemlidir. Tekrar edelim: MHP Genel Merkez yöneticileri 4 Kasım’da yapılacak Kurultay’ı kaybedeceklerini anlamışlar panik ve korkuya kapılmışlardır.

Bundan dolayı, MHP üst kurul delegelerinin, ülkücü iradenin ve bütün MHP seçmenlerinin seçme hakkı gasp edilmeye çalışılmaktadır.

Semih Yalçın’ın açıkladığı tuzak; Kongre Divanı oluştuktan sonra, genel merkezin dirijanlığında bir grup üst kurul delegesinin, kurultayın gündeminin değişmesi için önerge vermesi ile başlayacaktır. Verilecek önergede “Beraat etseler dahi Yüce Divan’da akçalı işlerden yargılananlar, MHP Genel Başkan adayı olamazlar” ifadesinin yer alması planlanmaktadır. Amaç, bu önergenin salonda “kabul edenler” , “etmeyenler” diye, el çabukluğu ile oylanarak, kabul edilmiştir diyerek ilan edilmesidir.

Her şeyden önce, kişiye özel kanun ve tüzük değişikliği mümkün değildir. Ayrıca MHP, 10. Büyük Kongresi’nin Seçim Kurulu Başkanlığı’na da verilip kamuoyuna açıklanmış resmi gündeminde “tüzük değişikliği” diye bir madde yoktur. Tüzük değişikliği teklifi için gündemde tüzük değişikliği maddesinin bulunması şarttır. Aksi halde 1000 delege bile teklifte bulunsa, teklif gündeme alınamaz.

Bu kat’i gerçek ve kesin hükümler ortadayken atılacak böyle bir adım, MHP’yi Türk kamuoyu önünde küçük düşürür. Böyle bir adımı MHP teşkilatları yarın seçmene nasıl anlatırlar. Böyle bir adım, MHP Kurultayını nasıl sabote eder? Bu tuzağı hazırlayanlar, ne olur ise olsun benim olsun mantığı ile MHP’ye köklü bir zarar vermeyi göze alarak, kurultayı kaybetme korkusu içinde gözleri dönmüş bir şekilde hareket etmektedirler. Kurultayı kaybettiğini anlayan MHP Genel Merkez yetkilileri, Koray Aydın ile yarışmayı göze alamamaktadır.

Eğer MHP Genel Merkezinin şimdiki yöneticilerinin biraz cesareti var ise, üst kurul delegelerinin akıllarına, yüreklerine, ahlaklarına güvenmelidirler. Üst kurul delegelerine güvenmeyen bir zihniyetin MHP’yi yönetmeye de hakkı yoktur. Koray Aydın’ın şansının olmadığını iler sürenler, bunu Bizans oyunları ile değil, üst kurul delegelerinin oylarına güvenerek, denemelidirler. Bu, yapılması düşünülen seçimden kaçmaktır.

Değerli üst kurul delegesi arkadaşlarım;

5 Kasım 2012’de Kurultay’dan sonra evlerinize döneceksiniz. MHP mevcut Genel Merkezinin bu şekilde hareket ederek namusunuza emanet edilen oylarınızı gasp etmesine izin verirseniz, evde eşinize, çocuklarınıza, anne ve babanıza, aile dostlarınıza ve komşularınıza ne diyeceksiniz? Oyunuzu Koray Bey’e veya Devlet Bey’e verebilirsiniz. Bu sizin ananızın ak sütü kadar helaldir. Ancak Koray Aydın’ın aday olması engellenir ise sizin elinizden Devlet Bahçeli’yi de seçme hakkı alınacak. Çünkü seçmek, iki veya daha fazla kişi arasından olur. Bu hakkınızın gasp edilmesine izin vermeyin.

Hak, hukuk, adalet, Milliyetçi Hareket sloganı için onca şehit vermiş bir hareketin mensupları olarak, hakkın, hukukun ve adaletin çiğnenmesine izin vermeyin. İradenizi çiğnetmeyin. İtilip, kakılmaya izin vermeyin. Allah yardımcınız olsun. İnşallah Kurultay bir dirilişe vesile olur.

Yeniçağ

‘Uğur Mumcu da araştırılsın’


CHP’li Havutça ‘Denetleme Kurulu harekete geçsin’ dedi.

Mehmet TOSUN / BANDIRMA (Balıkesir), (DHA) – CHP Balıkesir Milletvekili ve TBMM İçişleri Komisyonu Üyesi Namık Havutça, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesiyle ilgili olarak Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmeye çağırdı.

CHP Balıkesir Milletvekili Namık Havutca, Balıkesir’in Bandırma ilçesinde basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Türkiye’nin 12 Eylül darbesinden sorna demokrasi adına karanlık bir döneme girdiğini söyleyen Havutça, “Bu dönemde demokratik bir Türkiye için mücadele eden Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu faili meçhul cinayetlere kurban gittiler.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, faili mechul cinayetlere giden bu aydınlar için de Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmesini bekliyoruz” dedi.

Basın mensuplarına yaptığı açıklamada, 8′inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümündeki şüpheye de değinen Namık Havutça, “Turgut Özal’ın politikalarını kabul etmesek de, ülkemizin cumhurbaşkanının ölümünün şüpheli olması, üzerinde durulması gereken bir konudur. CHP olarak bu konunun takipcisiyiz.

Demokratik kurallar çercevesinde siyaset yapan hiç kimse, düşüncelerinden dolayı öyle ya da böyle yargılanmamalı, şiddete maruz kalmamalı ve şüpheli bir şekilde öldürülmemelidir. Bundan dolayı 8′inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vefatıyla ilgili araştırmada sonuna kadar gidilmelidir” diye konuştu.

İŞTE ÇÖZÜM! DEVLET KURABİLİRSİNİZ!..


Şimdi yazıya girmeden önce şunu açıkça ortaya koyalım ki; birileri eğer devlet kurmak istiyorsa, elbette buna hakları vardır, burada bize düşen görev; ‘Birleşmiş Milletler’den ricacı olup bu soruna bir çare bulunmasını sağlamaktır! Yine ve elbette ki kurdukları o devlette kendi dillerinde eğitim yapma hakları da vardır, aksini düşünmek asrımızın ulaştığı o büyük medeniyet(!) seviyesine ters düşmek demektir ki; o da bize yakışmaz..

Bırakınız insanlar kendi devletlerini kursunlar; ne var bunda o kadar karşı çıkacak anlamış değilim! Bazen hakikaten düşüncesizce yaklaşıyoruz böyle hayatî konulara ve bu yüzden de pek çok aktivist(!)i üzüyor ve daha da acısı, tek bir kitap yazarak seksen yıldır o kitabın geliriyle geçinen bazı aydın(!)larımıza da haksızlık da etmiyor değiliz hani!..

Bir de ayrılıkçı-bölücü, hadi orayı geçtim, utanmadan(!) ‘vatan haini’ damgasını vuruyoruz bu insanların alınlarına; oysa onlarla otursak konuşsak ortak bir noktada buluşacağımıza adım gibi eminim; çünkü bu talepler hayli insanî(!) ve oldukça haklı(!) talepler.

Belki şu eleştiri getirilebilir; biz bunca devleti kurarken kimseye sormadık, kimseden icazet almadık; biz kurduk, yine biz yıktık; siz niye ortalığı ayağa kaldırdınız ki, her yanı velveleye verdiniz! Kurun devletinizi efendim.. şeklinde…

Tabi ki bu çok yanlış bir bakış açısı; öncelikle ortalığı ayağa kaldıranlar bu insanlar değil, haksızlık etmiş olmayalım; zirâ ‘ortalık’ onları ayağa kaldırmıştır! Burada başka bir eleştiri daha getirilebilir; efendim siz ayağa kalmaya hazır olursanız, sizi ayağa kaldıran çok olur.. şeklinde… Tabi bu da çok yanlış bir yaklaşım olur kanımca; lakin bu talepte bulunan insanlar oldukça naif(!) ve bir o kadar da ince(!) ruha sahiptirler, durduk yere onları kırmaya ne hâcet!

Bakınız bunca insan ‘açlık grevi’ne girdi, ne için? özgürlük için! Ne var yani özgürlük istemek kötü bir şey mi? Bunca aydın(!) boşu boşuna mı destek veriyor bu insanlara; yani onca kelli-felli adamlar bilmiyor, sen mi biliyorsun doğruyu, demek geliyor içimden; sana da kıyamıyorum, biliyorum ki içinden ‘yalnız yapamazlar, ham yaparlar onları’ babından kardeşçe bir düşünce geçiyor.. e haklısın, ne diyeyim!..

Ama adamlar kendi devletlerini istiyorken, bize laf düşmez(!) Mesela, evini taşırken üç-beş arkadaşın yardım etti diyelim, sonra da yorgunluktan senin yatak odanda uyuyakalmışlar hemen ertesinde de odayı kendilerine istemişler ‘biz sana yardım ettik taşınırken, sen de odanı bize vereceksin’’ gibisinden.. cevabın ne olurdu bir düşün bakalım!..

‘’Hiçbir şey insan hayatından önemli değildir’’ diyor, açlık grevine destek veren aydın(!)larımız, demek ki bir bildikleri var; yoksa onlar değil, sen olurdun aydın! öyle değil mi ama… Yanarım yanarım Yaşar Kemal’e ‘Nobel’i vermediler ona yanarım; zannımca kendisi de ‘’bu yaştan sonra gelen Nobel’i …’’ diyecektir!

Ya Livaneli’ye ne demeli; onun büyüklüğünü ve insanlığını ‘Yahudi lobisi’ bile anladı biz anlayamadık, işte ben ona da yanarım!.. Sanırım 2009 yılıydı UNESCO genel direktörlüğü için Mısır Kültür Bakanı Faruk Hüsnü’yü istemeyen ‘Yahudi lobisi’ onu engellemek için Zülfü Livaneli’yi desteklemişti; ancak Mısır’la arasını bozmak istemeyen hükümet destek vermeyince Bulgaristan’ın Paris Büyükelçisi İrina Bokova direktörlüğe seçildi. Yani o makam ne Livaneli’ye ne de Faruk Hüsnü’ye yar olmadı.. Ben Can Dündar’ın yalancısıyım.. (25 Ağustos 2009 tarihli yazı okunabilir. Milliyet).

Yani diyeceğim o ki; Yahudi lobisinin desteklediği bir Livaneli açlık grevine destek veriyorsa, e bunun arkasında bir şey aramayın artık! Bu adamda bir yanlış olsaydı, koskoca ‘lobi’ onu desteklemezdi zannımca, yani mevzûyu uzatmaya gerek yok, onlar bilmiyor, biz mi biliyoruz!. gibisinden…

Biz dönelim asıl konuya; devlet, bahçeli olan değil; bildiğimiz devlet! Adamlar kendi devletlerini kurmak, kendi idarelerini ele almak istiyorlar ve yıllardır da haklı(!) mücadelelerini veriyorlar, yani sizin anlayacağınız bizi ilgilendirmez artık. Bizim sınırlarımız belli, olmazsa olmazlarımız belli, yani bizi enterese eden bir mevzu yok ortada, bundan sonrası bizim ağabeyliğimize kalacaktır. Öyle ya, yol- yordam bilmezler, bir devlet nasıl kurulur, gerektiğinde nasıl yıkılır hepsini öğretmemiz gerek. İşte bu aşamadan sonra aydın(!)larımızla bir araya gelip yol haritasını çizmemizin vakti gelmiştir…

Ünlü Türk(!) büyüğü Tayip Erdoğan bey ‘gerekirse İmralı’yla da görüşülebilir’ dediğinde, bizim kendini bilmez(!) Kemalist’ler ayağa kalktı; ‘olur mu efendim’, ‘bu ne cüret’ gibisinden; oysa o söz yerli yerinde söylenmiş ve tarihi derinliği olan bir sözdü! Yukarıda ‘lobi’ demiştik, işte yine sahnede, açıkçası adamlar, ‘adam’ın hasını bulup seçiyor, sonra da seçtiriyor kardeşim; ama biz halk olarak ne yapıyoruz, bu ‘adam’ları beğenmiyoruz! Yanlış(!)

Konuşmadan, dertleşmeden bu işler hallolmaz, öyle her teklife karşı çıkarak çözüm de bulunmaz; önce bunu kafamıza bir sokalım. Biz Atatürkçü müyüz, evelallah Atatürkçüyüz! Ne yaparız biz; On Kasım’larda Anıtkabir’e gideriz, bayramlarda da anıtlara çelenk koyarız! bitti bu kadar!.. Gerisini de bırakalım devlet büyüklerimiz halletsin değil mi!

Gelelim çözüme; İmralı’ya gidersin, alırsın Apo’yu karşına, önce bir sorarsın, ‘adamım, ne istiyorsun sen?’ diye. Devlet kurmak mı? Eyvallah..

Sonra sorarsın, ‘kimlerle kuracaksın bu devleti’ diye. Muhtemelen Kürtlerle, diyecektir, hemen araya girip,

‘Sen Ermeni değil misin Apo, nâm-ı diğer Agop değil misin sen?’ diyeceksin. Kem küm edecek, olsun sen büyüksün; alttan alacak, yardımcı olmaya çalışacaksın. Sen soracaksın, o bir şeyler geveleyecek, epeyi bir süre devam edecek bu hasbıhâliniz..

En sonunda ona diyeceksin ki; ‘’bak Apo efendi, biz seni bir yere bırakmayız, otur oturduğun yerde ve ancak senin peşinden devlet kurma hayaliyle yanıp tutuşanlar için bir şeyler yapmaya çalışacağız; içini ferah tut..’’

Sonra ‘Birleşmiş Milletler’i arayıp olağanüstü bir toplantı talep edeceksiniz, Obama yakın dostunuz, ‘lobi’ zaten arkanızda, dış işleri deseniz; prens Davut, bayan Clinton’la kanka vaziyetleri, e artık tüm maharetlerinizi kullanıp ‘GRÖNLAND’dan uygun bir yerin bu özgürlük/!) savaşçılarına verilmesini sağlayacaksınız!.. Gerçi; Danimarka, Rusya, ABD ve Norveç de hak iddia ediyorlar ama; ucundan azıcık bir parçanın kimseye bir zararı olmaz! Hem renk olur bu ‘batı’lı medeni(!) dostlarımıza, zaten Eskimo halkı da yalnızlıktan bezmiş durumda iken, isabet olur…

İşte çözüm bu kadar basit!

Herkesin devlet kurma hakkı vardır, kutuplar boş anasını satayım; gidin yerleşin!.. Bayrağınız bizden; BİZ derken, biz ‘Türk Milleti’yiz; asırlardır içimizde yer alan tüm halklarla birlikte, ırkımız ise İNSAN!..

..Tarihin bizle başladığını söylüyorlar, sonunun gelmesini istemiyorsanız, Biz’le iyi geçininiz!

Cem Yağcıoğlu / 02-11-2012

Doğu Perinçek: Örgütsüz, kendiliğinden hiçbirşey olmaz


Arkamızda kalan 364 güne göz atmaya ne dersiniz? Gaipten gelen sesi duydunuz mu? Neyi çok merak ediyorum? Yiğitsen Ulus Meydanı’na gelsene! Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu’na giden “istihbarat” ilk kez bu yazıda açıklanıyor. 29 Ekim günlü Cumhuriyet, Sözcü gazetelerinin ilk sayfaları ve Aydınlık’ın ilk sayfası neyi anlatıyor? Örgütsel alınterinin rolü? Karamsarlık konforu! Bırakalım mı örgüt meselesini? Havaya yapılan çağrılar ve bizim çağrımız?

Bekir Coşkun, iki yazarımdan biridir, “Barikat geçildi… Yetmez” diyor. Ve hepimizi ateşliyor:

“Biz…
Hepimiz…
Çok çalışmalıyız…
29 Ekim yetmez…
Daha 364 gün var…” (Cumhuriyet, 1 Kasım 2012)
Şöyle anlıyorum: Daha fethedeceğimiz 29 Ekimler var.

“Gel mavi gözlüm”

Destur varsa, önümüzdeki 364 günün sorumluluğunu tanımlamaya yardımcı olmak için, arkamızda kalan 364 güne göz atmaya ne dersiniz?
Cumhuriyet güçleri içinde, Öncü örgütlenmemin tarihsel rolünü anlamayanlar bir haylidir. Onlara bakacak olsanız, Mustafa Kemal Paşa adında bir “peygamber” tanrısal bir emirle bu milleti ayağa kaldırmıştır.

Teşkilatı görmezler, çünkü kendileri teşkilatsızdır ve yine o “mavi gözlü peygamber”in gelmesi için her gün dua etmektedirler. Gelmeyeceğinden de emindirler.

Gaipten gelen ses

O Cumhuriyetçilere göre, 29 Ekim 2012 sabahı, Dört Yüce Melek’ten İsrafil Sur’u üfleyince, millet akın akın Ulus Meydanı’nın yollarına düşmüş ve o şahlanış kendiliğinden olmuştur.

Bu büyük işi başaranlar dahi, örgütün rolünü göz ardı eden kitle kuyrukçusu söylemin peşine takılmışlardır: “Ankara halkı şöyle kahramandı, böyle kahramandı, barikatı şöyle yardı, böyle yardı.”

Oysa halk gaipten gelen sesle yalnız masallarda şahlanır.

Tarihten öğreniyoruz ki

Oysa tarih bize şunu öğretiyor: Örgütsüz halk ayak altında kalır. Halkları kahraman yapan, öncüleridir. Yakup Kadri’nin Yaban romanında duvarın dibinde bitini ayıklayan zavallı köylü, iki sene sonra Afyon ovasında kahraman olur. O’nu kahraman yapan, İstiklâl Savaşı’nı örgütleyenlerdir.

Tarihte örgütsüz kazanılmış herhangi bir halk zaferi yoktur. Takvim yapraklarında yeri olan büyük günlerin kendiliğinden gerçekleştiğini sanacak olursak, önümüzde okunmaya değer bir takvim yaprağı olmayacaktır.

O nedenle, “çalışalım, ter dökelim” çağrıları havaya yapılırsa, atmosferde belki dalga dalga ilerleyecektir, ama o sesi yalnız melekler duyacaktır. Tarih kayıtlarında, herhangi bir halkı meleklerin örgütleyip 29 Ekimlere ulaştırdığına dair bir kayda biz rastlamadık.

Çok merak ediyorum

Çok merak ediyorum, acaba 29 Ekim 2012 günü halkı Ulus Meydanı’nda toplamaya hangi örgüt karar verdi ve kolları sıvadı? Hangi örgüt, yüzbinlerin ayağa kalkacağının farkındaydı? Tayyip Erdoğan’ın F savcıları o örgütün yakasına yapışsın diye değil, bu merakım. Önümüzdeki 364 güne ışık tutalım, maksat bu.

Acaba hangi örgüt ve örgütler, aylardır 24 saat bütün Ankara’da ve Türkiye’de halkı seferber etmek için uğraşıyor?

O 41 örgüt nasıl bir araya getirildi ve umutsuzluklar, karamsarlıklar nasıl, hangi çabalarla aşıldı?

Tayyip Erdoğanlar, “yassak” deyince, “yaparım, hakkımdır” diyen irade, neyine güveniyordu? Duraksamalar, yan çizmeler, nasıl geçildi?

Yiğitsen Ulus Meydanı’na gelsene

Hatırlayınız, daha 29 Ekim’den üç gün önce, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, “Biz Genel Başkanımızla 29 Ekim’de Kadıköy’deyiz. Erkekseniz, gelin

Kadıköy’ü yasaklayın” diye Tayyip Erdoğan’a kahramanca meydan okuyordu. Bunu duyanlar kuşkusuz içlerinden “Madem o kadar erkeksiniz, Ulus Meydanı’nda göstersenize o erkekliğinizi” demiştir kuşkusuz.

“İstihbarat”ı açıklıyoruz

CHP liderlerine de Tayyip Erdoğan’a giden aynı “istihbarat” ulaştı. “İstihbarat şuydu: Vatan ve Cumhuriyet Buluşması’na 100 binler katılacak!

CHP, 19 Mayıs yürüyüşüne ve Hatay’daki direnişe yan çizme hatasını bir kez daha tekrar edemezdi. İyi ki iki gün kala karar değiştirdiler, herkes sevindi.

Bilmiyorum anlata bildim mi, bir örgütlü kararlılık, bu büyük milleti topladı Ulus Meydanı’na. Kararsızları kararlı yapan da o öncü kararlılıktır. Onları alkışlayalım diye yapmıyoruz bu saptamayı. Başarıya ilerlemenin başka bir yolu yoktur. Kitle kuyrukçuluğuyla elde edilecek bir zafer yoktur. Bugün bunu bilmek zorundayız.

29 Ekim günlü Cumhuriyet ve Sözcü

29 Ekim günü Cumhuriyet cephesindeki gazetelerin birinci sayfalarına bakınız, 29 Ekim öncesi çalışmalarını göremezden gelen tavrı sürdürüyorlardı:

Ulus Meydanı’nda halkı toplamak için bir irade, bir istek, bir işaret görebiliyor musunuz?

Ama o kararlılık iki yüzyıllık devrim tarihimizde her zaman vardır, her zaman örgütlüdür ve o sabah da halkına ulaşmıştır:

Örgütlü alınteri

30 Ekim günü herkes büyük zaferi kutluyordu, coşku içindeydi. Ama 29 Ekim’e kadar o kararlılık, o planlama, o seferberlik, o gayret, o alınteri, örgütseldir. Burada Hukuk Fakültesi’nden sınıf arkadaşım, ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın duruşundaki sağlamlık örnektir.

Örgütsüzlük umutsuzluktur

29 Ekim’den önce, orada belki bir-iki bin kişi toplanır diyen kimi Cumhuriyet aydınlarımız, hep karamsardır; hep umutsuzdur; kurtarıcıyı hep gökten beklemişlerdir. Yeryüzünden habersizdirler. Çünkü örgütsüzdürler. Umudu veren örgüttür. Ayağı yere bastıran da örgüttür, Partidir!

Karamsarlık konforu

O aydınlarımız, öncü örgütlenmenin 19 Mayıs 2012 günü İstanbul’da 240 bin kişiyi yürüttüğünü de görmemişlerdi. Karamsarlık, onların konforudur. Görseler, konforları bozulurdu. Düzenlerini karamsarlık içinde kurmuşlar. Oysa iyimserlik, cesaretin yarısıdır.

16 Eylül 2012 günü Hatay’da halk o Öncü örgütlenmenin önderliğinde ayağa kalktı. Açın Cumhuriyet ve Sözcü gibi Cumhuriyetçi gazetelerimizi, öyle bir olay olmamıştı. Halkın mücadelesini görmek istemezlerdi; çünkü arkasında düzen karşıtı örgütlenme vardı. Düzenin içinden bakarsanız, bundan sonra Atatürk

Devrimciliği adına yapılan önemli işleri “illegal” görürsünüz, Tayyip Erdoğan’ın duygularını paylaşırsınız.

Bırakalım mı bu örgüt meselesini?

Bu yazılanları hâlâ anlamak istemeyenler vardır ve hep olacaktır. Onlar “bırakalım bu örgüt meselesini” derler ve diyorlar. Hatta “bu örgüt meselesi bizi böler” diyenler bile vardır. Örgütsüz olanların böyle düşünmeleri olağandır. Düşüncelerini düzeltmeleri için örgütlü olacaklar.

Oysa Öncü örgüt, meselenin özüdür. Eğer 364 günlerde Bekir Coşkun’un çağrısı uygulanacaksa, mesele örgüt meselesinden başka bir şey değildir.

Havaya yapılan çağrılar

Ve en önemlisi halka “çalışın, mücadele edin” çağrısı yapanlar, örgütsüz ise, çağrılar havayadır!
Bizim bu konuda bu arkadaşlarımızı ikide bir rahatsız etmemizin nedeni de, o çağrılar boşlukta kalmasın diyedir ve özlemlerimizle buluşalım diyedir.

Babalar Gibi Satanlar ve Cumhuriyeti Savunanlar


Oğlunun civciviyle, yemiyle de ünlü eski bir maliye bakanı, Cumhurun dişinden tırnağından artırdığıyla yaptığı, çok zor koşullarda biriktirip, tasarruf ederek inşa ettiği kamu iktisadi teşebbüsleri için “Babalar gibi satacağız” derdi. Oysa o babalar gibi satılanlar Cumhuriyetin sadece ekonomik anlamdaki kaleleri değil, ulusal bilincin ve bağımsızlığın da simgeleriydi. Sümerbank’lar, Etibank’lar artık yoklar. Kayseri Doukma’nın basmasını, Nazilli’nin bezini kullanmıyoruz artık. “Babalar gibi satan” bakan rahatsızlandığında, kalp ameliyat olması gerektiğinde, Hacettepe’yi, Çapa’yı, Cerrahpaşa’yı, Ankara Numune’yi, Haydarpaşa’yı, Siyami Ersek’i de istememişti zaten. Önünde kocaman ABD bayrağı bulunan tişörtle gezen eşi, “Rabbim Cleveland dedi” diye buyurmuştu, eşinin ameliyat olacağı hastane için. Karı kocanın söz ve eylemleri, istikamet ve uygulamaları örtüşüyor, birbirini bütünlüyordu. Aile saadeti bu olsa gerek.

O maliye bakanı, her anlamda Turgut Özal ekolündendi. 1961 anayasasının ürünü olan Devlet Planlama Teşkilatı’ndan yetişen ama planlamadan nefret eden Özal gibi bakardı, hayata, ekonomiye, Cumhuriyete, ABD’ye. Dışa bağımlı ekonomi modeliyle, sadece büyümeyi öncelerdi. Kalkınmayı aklının ucundan bile geçirmezdi. Üretimle, istihdamla, ihracatla, iktisadi dışsallıkla, ileri teknolojiyle, refahın tabana yayılmasıyla, adil bölüşümle, hakça paylaşımla, sosyal devletle arası hiç iyi değildi. Cumhuriyetin yaptığı her şeye karşıydı. Sadece toplum anlayışına, dünya görüşüne değil. Ekonomik felsefesinden de, yurttaşlık bilincinden de haz etmezdi.

Türkiye, 1961 Anayasası ile hayatımıza giren planlama kavramını unutalı çok oldu. Kamuculuk ve planlama olmaksızın, Cumhuriyetin yaşaması olanaksız olduğu için, süreç içinde sadece planlama değil, ülkemizin en parlak kadrolarının yetiştiği Devlet Planlama Teşkilatı da içi boşaltılarak, fiilen tasfiye edildi. Oysa yıllarca ülkeyi yönetenlerin yetiştiği önemli kurum ve ekollerden biriydi planlama, hesap uzmanları kurullarıyla, teftiş heyetleriyle birlikte.

Henüz farkına varmadık. Ama Demokrat Parti’nin meşhur sloganı olan “Bize plan değil, pilav lazım” sözüne kanmanın bedelini ağır ödedi halkımız. Bir zamanlar dünyada kendi kendisine yeten, kendi kendisini besleyen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan ülkemiz, et ithal eder, pirinç ithal eder, pamuk ithal eder, buğday ithal eder, saman ithal eder hale geldi. Milli Mücadele sonrasında 3 beyazı üretmekle işe koyulan, kendi kendine yetmeyi hedefleyen Cumhuriyet gözden düşünce, yurdumuz sadece iktisadi olarak değil, siyasi ve askeri olarak da bağımlı oldu emperyalizme.

Kamuculuk ve planlama olmadan büyümenin istikrarlı olamayacağını göremedik. Sürdürülebilir, hızlı, dengeli büyümenin mümkün olmadığını anlayamadık. O nedenle Türk ekonomisi için mümkün ve gerçekçi olan sürdürülebilir büyüme hızını istikrarlı bir şekilde yakalayamadık. Uzun dönemli büyüme hızımızın ortalama yüzde 5- 5.5 olması da bunu kanıtladı zaten. Kamuculuk ve planlama olmaz ise yüksek büyüme hızı yakalansa dahi, büyümenin tabana yayılamayacağını, büyüme hızının sürekli, kalıcı olamayacağını kavrayamadık. Büyümeyi konuşurken kalkınmayı konuşmadık. Türk ekonomisinin yatırım, birikim, tasarruf gücünün ve dünya konjonktürünün Türkiye’nin ikinci bir Çin mucizesi yaratmasına olanak tanımadığını göremedik.
Ekonomik krizin küresel ölçekte etkisini sürdürdüğü bir dönemde kendimize sormak gerekir: Bizim için yılda ortalama yüzde 8- 9 oranında büyümek, bunu uzun yıllar sürdürmek olanaklı mıdır? Bu amaçla ülke içinde sağlanan tasarrufun ve dışarıdan gelen yabancı sermayenin çok yüksek olması gerekmez mi? Bu ikisinin toplamı, milli gelirin üçte birine ulaşmazsa, Türkiye’nin yüzde 8-9’larla istikrarlı biçimde büyümesi mümkün değildir. Bu büyüme oranını yakalasa bile, yatırımların verimliliği konusunda sıkıntı yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Dahası, hızlı büyüme döviz krizine ya da yüksek enflasyona da neden olabilir.

Daha açık yazalım. 60 yıllık büyüme ortalaması yüzde 5 düzeyinde olan ülkemiz, çok hızlı büyüdüğü yılların ardından kriz yaşamıştır. O yüzden ortalama büyüme hızı çok yüksek olmamıştır. Zira büyüdüğü yıllarda sağlıksız büyümüş, yerli kaynaklarla finanse edilemeyecek kadar hızlı büyümüş, sonrasında da döviz darboğazına, borç krizine girmiştir. Enflasyon fırlamıştır. Dahası, büyürken bile istihdam yaratmayan yani istihdamsız büyüme hastalığına yakalanan Türkiye, ekonomik, siyasi, diplomatik, askeri baskılarla mücadele etmekte de zorlanmıştır. Ekonomi, özellikle 1980 sonrasında sanayi sermayesiyle değil, spekülatif sermayeyle, rant- repo- faiz- borsa- döviz sermayesiyle, tefeci sermayeyle anılır olmuştur. Üretici, yatırımcı sermaye yapısı değil, siyaset ve mafyayla iç içe geçmiş, yağma ve talandan beslenen, merkezde ve yerelde korunan, kollanan, kayırılan, avantacı bir sermaye yapısı öne çıkmıştır.

Türkiye, 1995 yılında davul zurna eşliğinde imza attığı ve 1996’dan bu yana içinde olduğu Gümrük Birliği’nin neden olduğu zararı da yeni yeni fark etmeye başlamıştır. O zaman bu imzayı destekleyen TÜSİAD çevresinin şimdi “İyi ki AB üyesi değiliz” demesi, Gümrük Birliği’nden yakınması, istihdamı düşürüp, işsizliği artırdığını belirtmesi, ülkemizde burjuvazinin de, sınıfsal konumundan beklenen ufka, uzak görüşlülüğe yeterince sahip olmadığını göstermektedir. Batılı, merkez, kapitalist ülkeler için üretim yapan tedarikçi bir ekonomi olan Türkiye’de burjuvazinin Batının acentesi olması, komprador karakterli olması, fason, tapon üretim yapması, montaj sanayi olmayı kabul etmesi doğaldır. Ama kendi boyuna bakmaksızın, devlet kapasitesini bilmeksizin, bölgesel güç olacağını düşünmesi, bölgedeki pazar, hammadde kavgasında öne çıkabileceğini sanması doğal değildir. Gerçekten burjuva karakterine, aklına ve gerçekçiliğine sahip olan bir sınıfın, değil bölgesel güç, alt emperyal bir güç olmak için bile gereken asgari birikimden, kuvvetten yoksun olduğunu görmesi, bilmesi gerekir.

Şunu da anımsatalım: Zengin ülkeler ulaştıkları güce hem korumacı duvarların arkasına sığınarak hem de ulus aşırı sömürüyle, yağmayla, talanla ulaşmışlardır. Şimdi geri kalmış ülkelerden özelleştirmeye hız vermelerini, gümrük tarifelerini indirmelerini, korumacılıktan uzak durmalarını istemektedirler. Yani kendi yaptıklarının tam tersini önermektedirler, dayatmaktadırlar. Küreselleşmenin hem ülkeler arasında, hem de ülkelerin kendi içinde eşitsizliği, adaletsizliği, gelir dağılımı uçurumunu körüklediğini çok iyi bilen emperyalist ülkeler, azgelişmiş, çevre ülkelere hem kendileri çullanmakta, hem de emperyalizmin aracı kurumları olan uluslararası örgütler eliyle baskı yapmaktadırlar.

O nedenle Cumhuriyetçi uyanışın öne çıktığı bir süreçte, Cumhuriyetçilerin, tam bağımsızlığın temeli olan ekonomiye daha çok kafa yorması, kalkınmayı, planlamayı, kamuculuğu, halkçı ve devletçi iktisadı gündemlerine alması zorunludur.

BARIŞ DOSTER

İLK KURŞUN

Mustafa Balbay: İstanbul Barosu’na Açık Çağrı


Ekim ayı ortasında başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere pek çok baronun genel kurulu vardı. Üç büyük ilimizin barosu, iktidar-yargı koalisyonuyla karabasana dönüşen hukuksuzluklara karşı tavır koydu.

Bu nedenle mevcut başkanların yeniden seçilmesi, alacağı oy oranı önemli bir göstergeydi. İstanbul’da Ümit Kocasakal,Ankara’da Metin Feyzioğlu, İzmir’de Sema Pektaş yeniden seçildiler.

İstanbul Barosu, Silivri yargılamalarıyla doğrudan ilgili olduğu için Silivri Cezaevi’ndeki tutsaklar açısından ayrıca önemliydi. Zira Baro Başkanı Kocasakal ve yönetim kurulu üyeleri, Ergenekon, Balyoz başta olmak üzere hukuk dışı tüm yargılamalara karşı çıkmıştı.

Dönemlere göre kimi özellikler önem kazanır. Örneğin Ecevit için “dürüst” lider deniyordu. Çünkü o dönem siyasetin üzerine “yolsuzluk”gölgesi düşmüştü.

Bugün haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıkana“cesur” deniyor. Çünkü dik duruş cesaret ister hale geldi. Cesaretin de azı çoğu olmaz; oldu mu tam olmalı. Cesaretin başındaki “c”eksik olursa geriye ne kalır?

Kocasakal’ın cesareti dünyanın en büyük barosu olan İstanbul Barosu’na bağlı avukatların yüzde 60’ının desteğini almıştır.

***

İstanbul Barosu’nun 29 Ekim günü tam sayfa yayımlanan ilanını birlikte okuyalım:

“Türk milletinin emperyalizme karşı destansı direnişinin eseri Cumhuriyetimizin 89. yılını coşkuyla kutluyoruz.

Kurtuluş Savaşı’nın parolası özgür vatan, özgür ulustu. Üniter yapı, ulus devlet, çağdaş toplum, akıl ve bilimin esas alınması Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiydi.

Ekonomik ve siyasal bağımsızlık ise hem kurtuluşun hem de kuruluşun vazgeçilmez ilkesiydi.

Ne acıdır ki, bugün Cumhuriyet, büyük bir saldırı ve tehdit altındadır. Emperyalizmin sözcülüğüne ve destekçiliğine soyunanlarca ülkenin kurucu değerleri, sistematik biçimde toplumsal bellekten silinerek ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Artık Cumhuriyet ile topyekün bir hesaplaşma söz konusudur.

Kurtuluş ve kuruluş önderi Atatürk’ün ders kitaplarından, eğitim programlarından, bayram kutlamalarından çıkarılması, kurumlardan, okullardan, caddelerden adının silinmesi, gelinen noktayı apaçık göstermektedir. Sözde ‘yeni’ anayasa çalışmalarıyla ulus devletin, üniter yapının, Cumhuriyet’in kazanımlarının tasfiyesinin hukuki altyapısı oluşturulmak istenmektedir.

Cumhuriyet’in anlam ve değerini içselleştiren ulusumuzun 89 yıl önce olduğu gibi, günümüzde de bu emperyalist oyunları bozacağına, Cumhuriyetine sahip çıkacağına inancımız tamdır. Hiçbir yasak ve engelleme, Cumhuriyet coşkusunu ve sevgisini ortadan kaldıramaz, gönüllerden ve belleklerden silemez. Kuşkusuz Cumhuriyet bu badireden daha da güçlenmiş olarak çıkacaktır.

Cumhuriyet’e ve onun değerlerine sahip çıkmak İstanbul Barosu için bir vatan borcudur. Sevgi, saygı ve minnetle andığımız Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve bu uğurda canını feda etmiş tüm aziz şehitlerimizin mirası olan Cumhuriyetimize, devrimlere, laik, demokratik, sosyal hukuk devletine, üniter-ulus devlete sarsılmaz bir azimle sahip çıkacağımızı kamuoyuna saygı ile duyururuz.

Cumhuriyet: Numarasız, katkısız, sonsuza kadar…”

***

Durum budur.

Devlet, adaletin üzerine oturursa devlettir. Adaletin üzerine çökerse, devlet de çöker. Mahkemelerde yazılı deyimle, adalet devletin temelidir.

Bugün Türkiye’deki siyasal davalarda iç hukuk yolları tükendi. Adalet Bakanlığı,“reform” kandırmacası adı altında dış hukuk yollarını da tüketmiştir.

Eskiden, yerel mahkemenin verdiği kararda adaleti bulamayan, “yüksek yargıdan döner”diyordu.

Bu beklenti de tersine dönmüş durumda.

Mahkemelerde iddia makamıyla hüküm makamı iç içe geçti. Savcı ile yargıç birbirini tamamlıyor.

Geriye bir tek savunma kaldı.

Bugün Türkiye’de iç hukuk yolu olarak ayakta kalan başlıca kurum, savunmadır.

Kendisini tutsak hisseden bir yurttaş olarak barolardan dileğim şudur:

Hukukun bu son kalesini çok iyi korumaları, güçlendirmeleri, yargının öteki ayaklarını hukuk zeminine çekmeleri, dik duruşlarını sürdürmeleri, sembol haline gelmiş davaları yerinde izlemeleri, gözlem ve değerlendirmeleri ışığında sorumluluklarını yerine getirmeleri…

Silivri Cezaevi içindeki yargılamalarda bizim doğrudan bağlı olduğumuz savunma kurumu İstanbul Barosu.

Kocasakal, açık konuşmayı seven, sözü eğip bükmekten hoşlanmayan bir insan. Ben de çağrımı bütün açıklığıyla kamuoyu önünde yapmak istiyorum.

Ergenekon davası, tek ortak özellikleri büyük bir hukuksuzlukla karşı karşıya kalmak olan insanların aynı çuvala konduğu bir iddianameler bataklığı haline gelmiştir. Yargı kurumu olarak umutla başvurabileceğimiz tek yer İstanbul Barosu’dur.

Sizin şemsiyeniz altında oluşacak bir heyet, bıkmadan usanmadan “temiz hukuk” suyu akıtarak bu bataklığı özgür kuşların yaşadığı bir cennete çevirebilir.

Cumhuriyet

Natureza


__._,_.___

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!