Günlük arşivler: Kasım 9, 2012

ERGUN ÖZGEN : ALASKA TÜNELİ


ALASKA TNEL.doc

PKK LİDERİ ŞEMDİN SAKIK’TAN 33 ERİN KATLİAMINA DAİR TARAF GAZETESİNE GÖNDERDİĞİ MEKTUP


İşte Şemdin’in onlara yolladığı eski bir mektup.

Buyrun. Yorum sizin…

TARAF GAZETESİ’NE

Öncelikle selam, saygı ve başarı dileklerimi sunuyorum.

27 Ekim 2008 tarihli gazetenizin 10. sayfasında yayınlanan “Şemdin Sakık, Ergenekon Bağlantısı” başlıklı haber-yorum yazısında benimle ilgili bazı iddialar ileri sürülmüş ve bunları da Öcalan’ın açıklamalarına dayandırmışsınız.

Böylesi iddia ve değerlendirmelerin örgüt veya resmi ideoloji adına hareket eden bazı gazetelerde yayınlanması beni hiç ama hiç rahatsız etmez, zira toplum onların çoğunlukla yalan söylediklerini biliyor. Ne var ki, sadece Türkiye kamuoyunda değil, giderek dünya ciddiye alınan, alıntılar yapılan Taraf Gazetesi’nin yanlış haber yapması gerçekleri örtbas etmeye ve kişileri rahatsız etmeye neden olabilir. Dikkatsizce hazırlanan bu tür haberler, bazı çevrelerin Ergenekon soruşturmasını sulandırma gayretlerine katkı yapabilir.

Oysa siz gerçekleri ortaya çıkarmak, bireyin hakkını korumak için yola çıktığınızı söylemiştiniz. Öylesiniz de:

Her akşam komşu koğuşlardan günlük gazeteleri alıp önüme koyar, bazılarına göz atar, Taraf’ı ise ekonomi sayfası dışında hemen hepsini okurum. Gerçekten de

Taraf’ı okuduğumda o günlük teorik gıda doyumuna ulaşırım.

Gazetenizi, sadece radikal başlıklar attığınız ve cüretli çıkışlarda bulunduğunuz için değil, birey haklarını esas aldığı ve yeni şeyler söylediği için satır satır okurum. Bu ülkeye barış ve demokrasi gelmesini isteyen tek gazete olduğunuz için beğeniyle okurum. Gerçekten de farklı ve teksiniz.

Cezaevindeki mahkûmlarda da benzer bir yaklaşım söz konusudur. Eskiden ya hiç gazete almaz ya da yemek masasına sermek için bir-iki gazete alırlardı. Onun içindir ki sayfa sayısı çok olan gazeteyi tercih ederlerdi. Şimdilerde ise gazete okuduklarını duyuyor, Taraf’ın bir koğuştan diğerine aktarıldığını görüyorum. Hem okuyor, hem de üzerinde tartışıyorlar. Siz bu insanlara sadece gerçeği göstermekle yetinmiyor, adım adım okuma alışkanlığı da kazandırıyorsunuz.

Sayın Taraf yetkilileri, hakkınız olan övgüyü yaptıktan sonra şimdi de hak etmediğim haber-yorum yazınıza geçmek istiyorum. Şemdin Sakık ismi ile Ergenekon’u yan yana getirmeniz, tabii ki beni üzdü. Tıpkı Hürriyet Gazetesi’yle birlikte anılmanın sizi üzeceği gibi! 33 askerin öldürülmesi olayının talimatını verdiğimi yazmanız, üzülerek belirtmeliyim ki sizi Hürriyet ve PKK yayınlarıyla aynı noktada buluşturmuştur.

Ergenekon konusunu uzun uzadıya ele almak istemiyorum. İki örnekle yetineceğim; zira gerçeği öğrenmeye açıksanız bu iki örnek ikna olmanız için yeterli olacaktır.

Altı ay önceydi, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar bir heyet halinde bulunduğum Diyarbakır E Tipi Cezaevine geldiler. Beni çağırdılar. Huzurlarına çıktım. “Biz, sizin de takip ettiğiniz gibi bu ülkede kanun dışı bir eylem ve davranış kalmasın, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü sağlansın diye böyle bir soruşturma başlattık. Yüzlerce insanın ifadelerine başvurduk.

Bu arada sizin yazılarınızı ve kitaplarınızı okuduk. Bu konuda bize yardımcı olacağınızı düşünerek buraya geldik. PKK-Ergenekon ve Ergenekon’un Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yürüttüğü faaliyetler hakkında bizi bilgilendirirseniz çok memnun oluruz… Yanlış anlaşılmasın, ortada bir zorlama söz konusu değil ve sizi bir zanlı olarak da karşımıza almıyoruz, bir tanık olarak, ülkeye huzur ve güven gelmesini isteyen birisi olarak bize yardımcı olmanızı istiyoruz…

Eğer istemiyorsanız geldiğimiz gibi geri gideriz. Özgürsünüz, iki seçenekten birini tercih edebilirsiniz…” diyerek benden yardımcı olmamı istediler.

Tabii ki bu taleplerini geri çeviremezdim. Zaten benim de istediğim bu değil miydi? Yıllardır PKK’nin karanlık ilişkilerinden, bölgede yaşanan birçok gayri meşru olaydan yakınan ben değil miyim? “Hay hay, bütün sorularınıza cevap vereceğim ve eğer sorularınız yoksa ben bazı şeyler anlatacağım” diyerek taleplerini kabul ettim.

Görüşmemiz iki gün sürdü. Bu süre zarfında ya onlar sordu ben cevapladım, ya da ben anlattım onlar not aldılar. Bütün samimiyetimle söylüyorum ki dağlarda kaldığım on sekiz yıl boyunca konuyla ilgili olarak bildiğim her şeyi anlattım. Onlar da akıllarına gelebilecek her soruyu sordular, ama altını çizerek belirtmeliyim ki benimle Ergenekon’un bağlantısını ima edecek tek bir söz bile söylemediler. Ergenekon’un beni kullanmış olabileceğinden ya da yaptıklarımdan yararlanmış olabileceklerinden bile bahsetmediler. Böyle bir soru sorsalardı kesinlikle doğruyu söyleyecektim. Eğer böyle bir soru sormadılarsa, yani yıllardır bu konuyu araştıran ve konuya hâkim olan bu insanlar böyle bir imada bile bulunmadılarsa, bu demektir ki benim bu oluşumla dolaylı veya direkt bir ilişkim olmamıştır.

Eğer onların yerine siz soracak olsaydınız, size de şu cevabı verirdim: Ben, açık bir kişiliğim. Ne yaptıysam açık açık yaptım. Bir davaya inandığım için dağların o zorluğuna katlandım ve on sekiz yıl savaştım. Savaşın bir çözüm olmadığını gördüğüm noktada silahımı bırakıp indim. Bilerek hiçbir kirli ilişkiye bulaşmadım… Eğer onlar benim bazı eylemlerimden, bazı kişilik özelliklerimden yararlanmışlarsa onu bilemem… İnsan olduğuma göre, hem de sıradan bir insan olduğuma göre; elbette kusurum olacaktır. Ben Öcalan gibi tanrı değilim ki kusursuz olayım!

Bu açıklama ikna olmanız için yeterli gelmediyse, işte bir başka örnek daha:

13 Nisan1998’de, sığındığım KDP yetkilileri tarafından Türkiye’ye satıldım ve Türkiye’ye getirilip sorguya alındım. Sorgu sonrasında dönemin Genelkurmay ikinci başkanı olan Çevik Bir’in talimat ve dayatmasıyla önüme bir belge konuldu. Hani kamuoyunda “Andıç” olarak bilinen belge var ya, işte ondan söz ediyorum. Önüme belge konuldu, ağzıma da tabancanın namlusu sokuldu. “Ya bu belgeyi imzalayacaksın, ya da öleceksin” denildi.

Gözlerim on gün bağlı kaldığı için ağrıyordu, hiçbir şey göremiyordum. Yine de kendimi zorlayarak belgeyi okumaya çalıştım. Sadece koyu puntolarla yazılmış isimleri görebildim. O isimler arasında Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Akın Birdal, Salim Ensarioğlu ve gazetenizin yönetmeni Sayın Ahmet Altan’ın kardeşi Mehmet Altan da vardı. Ülkenin ileri gelen onlarca aydınının örgüte yardımcı oldukları, para karşılığında örgütün propagandasını yaptıkları belgesini imzalamamı istiyorlardı.

Bedeli çok ağır olduğu halde yaşamı seven biriyim, ama geçirdiğim sorgu süreci beni yaşamdan soğutmuştu. İlk kez yaşamdan soğumanın verdiği cesaretle “ölürüm ama bunu yapmam” dedim. Bol miktarda küfür ve dayak yedim, bu uğurda iki dişimi kaybettim, ama istedikleri imzayı atmadım.

Buna rağmen beni savcılığa çıkardılar. Dönemin Cumhuriyet başsavcısı “bu şahıslardan en azından birkaçının örgüt bağlantılarını deşifre edersen sana hukuki bazı kolaylıklar sağlayacağız” sözü verdi. Kardeşim Arif Sakık’ı pişmanlık yasasından yararlandıracağı imasında bulundu. Başımı sallayarak “hayır sayın savcım, bu insanların PKK ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Benim bu insanları tanımam sadece onların yazılarını okumamdan kaynaklanıyor. Ben bunlara iftira atamam” dedim. Çıktığım nöbetçi mahkemede ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını tekrarladım.

Bu duruş, özellikle M. Ali Birand ve Cengiz Çandar başta olmak üzere birçok aydını büyük bir komploya karşı korurken, yanan biz olduk:

Beklendiği gibi bana ve kardeşime idam cezası verildi. O güne kadar pişmanlığını belirten herkese ceza indirimi yapılırken, biz bu mahkemeleri tanımıyoruz, deyip siyasi savunma yapan militanlara eski TCK’nin iyi hali düzenleyen 59. maddesi uygulanırken, ikimiz de kendi irademizle örgütten ayrıldığımız, gerek sorgu gerek mahkeme sürecinde yargıyı kolaylaştırmak için elimizden gelen yardımı yaptığımız halde, bize verilen idam cezasına 59. madde bile uygulanmadı.

Kardeşim Arif Sakık’a da ayrıca bir müebbet hapis cezası verdiler; bir idam ve bir müebbet hapis cezasına çarptırdılar.

Bu noktada size soruyorum: Şemdin Sakık’ın Ergenekon denilen çeteyle bir ilişkisi olsaydı, Çevik Bir’in bu talimatını baş üstüne deyip kabul etmesi gerekmez miydi? Ergenekon çetesiyle ilişkimi bir tarafa bırakalım; Şemdin Sakık, Şemdin Sakık değil de Abdullah Öcalan olsaydı, yani İmralı’ya düştükten sonra bütün arkadaşlarını ispiyonlayacak kadar karaktersiz bir kişilik olsaydı, belgeyi oracıkta imzalamaz mıydı? Dönemin başbakanı Sayın Necmettin Erbakan bile sürecin fırtınasına dayanamayıp önüne gelen belgeleri imzalar, görevini başkasına bırakmayı kabullenirken; ben önüme gelen belgeleri elimin tersiyle ittim… Çünkü ben Şemdin Sakık’ım, benim kişiliğim var, zaten bu kişiliğe duyduğum saygı gereği buradayım.

Ben hem Türk hem de Kürt Ergenekon çetesinin mağduruyum.

Akşamdan sabaha çelişkili şeyler söyleyen, hayatını yalan ve yanlışlar üzerine kuran, bir yazarınızın isabetli tespitiyle İmralı’da Woodoo bebek rolü oynayan Öcalan’ın beyanına dayanarak haber yorum yapmaya devam ederseniz, çok insan mağdur edersiniz. Bu zatın özellikle muhaliflerini karalama kampanyasıyla gözden düşürmeye çalıştığını herkes biliyor. Kaldı ki ben, Öcalan’ın hayatına son veremediği tek muhalifiyim, hala hayatta olduğum ve görüş beyan ettiğim için zatı âlilerinin nezrinde en büyük suçluyum(!)

Öcalan’ın her fırsatta beni Ergenekon çetesiyle ilişkilendirmeye çalışmasının birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemli olanı şudur: Benim Ergenekon savcılarıyla neler konuştuğumu, hangi ilişkileri ifşa ettiğimi biliyor… Verdiğim bilgilerin kamuoyuna yansıması halinde neler kaybedeceğini de çok iyi biliyor. Bu nedenledir ki, ben onu deşifre etmeden, o elini çabuk tutup beni karalayarak açıklamalarımın havada kalmasına gayret gösteriyor.

Sayın Taraf yetkilileri, üzerinde durmak istediğim ikinci konu da 33 asker olayına ilişkindir. Bu konuda sizi biraz bilgilendirmek istiyorum:

Olayın öncesini, gelişimini, olay hakkındaki düşüncelerimi yazmaya kalkışırsam bir broşür kaleme almam gerekecek. Sadece olay sonrasındaki gelişmeler üzerinde durmak istiyorum(ki talebiniz olursa olayın bütün ayrıntılarını yazıp size gönderebilirim):

Olayın hemen ardından, Öcalan, konuk olarak katıldığı BBC Türkçe Yayın Servisi’nde açık bir biçimde olayı savunan bir açıklama yaptı. “Bu olay nefsi müdafaa ve bir misilleme eylemidir. Eğer derhal operasyonlar durdurulmazsa benzer eylemlere devam edilecektir. Daha büyük olayların yaşanmaması için operasyonların derhal durdurulması gerekir.” açıklamasında bulundu. Takip eden günlerde, sahra telsizinden militanlara hitap etti. Bu konuşmasında da olayı savundu. Yani nerede ve kime konuştuysa olayın meşru müdafaa olduğunu söyleyip durdu. İlk fırsatta eylemi gerçekleştiren grubu kutladı ve rütbelerini yükselterek onları ödüllendirdi. Dahası serbest bırakılan askerleri de öldürmedikleri için serzenişte bulundu: “Bu savaştır, savaş ortamında silahlı silahsız asker ayrımı yapılamaz” diyordu.

Bu da yetmedi, olaydan yaklaşık iki hafta sonra, yani 08 Haziran 1993 tarihinde Lübnan’ın Barlias kentinde yaptığı basın toplantısında; “Ateşkes rehavetini attık. Güçlerimizi mevzilendirmeyi geniş biçimde tamamladık. Ateşkesimize karşılık alamadığımız için bundan sonra aktif bir savunma pozisyonuna geçmiş bulunuyoruz” açıklaması yaptı. Bu cümlenin anlamı şudur: Bu olayla birlikte savaş yeniden başlamıştır.

Burada durup düşündüğümüzde, şayet Öcalan’ın ve örgütünün bu eyleme karşı olma gibi bir niyetleri ve duruşları olsaydı, bizzat kendisi uluslararası yayın yapan BBC’nin Türkçe Yayın Servisi’ne konuk olup olayı üstlenmez ve savunmazdı. Aksine bu olayı başına buyruk bir birliğimiz yapmıştır, soruşturma açacağız, hesap soracağız; olayın mağdurlarından özür diliyoruz, deyip ortamı yatıştırabilirdi. Yaptığı basın toplantısını 33 er olayını kınama ve ateşkesi sürdürme açıklamasıyla

sonuçlandırabilirdi.

Ama o bunun tam tersi istikamette hareket etti: “Olayı üstleniyoruz, gerekirse daha sarsıcı eylemler gerçekleştireceğiz” dedi. Ardından yaptığı basın toplantısında ateşkesin sona erdiğini ilan etti.

Ne var ki takip eden aylar içinde; gerek Türkiye genelinde, gerek dünya kamuoyunda bu eyleme karşı sert tepkiler ortaya çıkıp her taraftan kınama mesajları yayınlanmaya başlayınca, bu omurgasız kişilik yüz seksen derecelik dönüş yaparak, olayı eleştirmeye, hatta kınamaya başladı. Söz konusu açıklamayı yapmamış ve bütün dünya onu duymamış gibi hareket etti. Panik içinde olayı üstüne yığacak bir günah keçisi aramaya koyuldu. Nede olsa durup dururken birilerini suçlamakta üstüne yoktu, her zaman olduğu gibi yine günah keçisi bulmakta zorlanmadı. Bu günah keçisi, olayı gerçekleştiren grubun sorumlusu değil, Şemdin Sakık olmalıydı. Çünkü Şemdin’in tasfiye edilmesinin zamanı gelmişti. Beni var eden yüce önder, varlığıma son verme kararı vermişken, bir de giderayak bu olayın sorumluluğunu da birlikte götürmemi istemişti.

Olay mahallinden oldukça uzaklarda bulunan şahsımı tepkilerin hedefi olarak gösterdi. Kamuoyu önünde beni sorumlu tuttu ve teşhir etmeye yöneldi. Bilinir ki örgüt içinde bir tek doğru vardır. O da Öcalan’ın dudaklarından dökülen cümleciklerdir. Onun ak dediğine kimsenin kara deme şansı yoktu. Şayet karaya kara dersek akıbetimiz belliydi; tasfiye olmamız kaçınılmazdı.

Bu gerçeğe rağmen, yani sonumun ölüm olacağını bildiğim halde, 33 askerin öldürülmesi olayını üzerime yıkma çabalarına şiddetle karşı çıktım. Her militanın yaptığı gibi, “öyle diyorsanız öyledir başkanım” diyerek boyun eğmedim. “Hayır, beni her konuda suçlayabilirsiniz ama kesinlikle bu olayın sorumluluğunu üstüme atamazsınız. Çünkü bu olayın talimatını ben vermedim” dedim ve bu tutumumu sonuna kadar sürdürdüm. Ne kadar çabaladılarsa da bu olayın sorumluluğunu kabul etmedim.

Ama bir kere tasfiye edilmeme karar verilmişti. Bu tasfiyenin alt yapı hazırlıklarına başlanmıştı. Öncelikle yoğun bir karalama kampanyası gerekiyordu. Bu kampanya ile Türkiye ve hatta uluslararası kamuoyunda oluşan itibarım yerle bir edilmeliydi. Özellikle Öcalan hazretleri, Avrupa ve Türkiye kamuoyuna hitap ederken beni asker öldürmekle, militanlara hitap ederken ise savaşmamakla, hatta savaşı tasfiye etmekle suçlayıp durdu.

Tüm eleştirilere karşı kendimi şöyle savunmuştum:

“Bir kere ben Amed Eyalet Komutan’ıyım. Yetkim ve etkim bu eyaletle sınırlıdır. Sizin sözünü ettiğiniz olay ise Erzurum Eyaleti denilen bölgede, direkt örgüt merkezine bağlı militanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Erzurum Eyaleti’nin başında, ben değil, Zeynel kod isimli Celal Barak vardır. O da benim kadar yetkilidir. O da benim gibi direkt olarak Merkez Karargâh’a ve Abdullah Öcalan’a bağlıdır. O da benim gibi Merkez Karargâha ve Öcalan’a rapor veriyor ve buralardan talimat almaktadır. Benim ona talimat verecek yetkim de yoktur etkim de. Eğer bu eylem yanlış ise, benden değil Zeynel’den hesap sorulmalıdır…

1993’te ilan edilen ateşkesin sürmesi ve kalıcı bir barışla sonuçlanmasını her militandan daha fazla ben istiyordum. Asla ve asla ateşkesi bozmak gibi bir niyetim ve isteğim yoktu. Çünkü herkesten daha çok savaşan ve dolayısıyla yorulan, yıpranan, acı çeken bendim. Bu işin bir an önce bitmesi, herkesten çok beni memnun ederdi. Tek bir an ateşkesi bozmak aklımın ucundan geçmedi. Elimden gelse değil böyle büyük bir eyleme izin vermeyi, küçücük bir çatışmayı bile engellerdim…

Olayın birkaç gün öncesinde örgüt lideri büyük telsizden bütün bölgelere talimat verdi: “Düşman her yerde ve her biçimde üzerinize geliyor, öyle koyun sürüsü gibi öleceğinize kendinizi savunun” dedi. 33 askerin öldürülmesi eylemi bu talimatın bir kaç gün sonrasında ortaya çıktı… Talimat verseydim ya da planlamasını yapsaydım, ya da şu veya bu biçimde uygulamasına katılsaydım hiç çekinmeden, evet ben yaptım diyecektim. Ama bu eylemle hiçbir ilişkim olmadığını ısrarla vurguluyorum…”

Örgütü ikna edemedim, çünkü kimse ikna olmak istemedi.

Örgütten ayrıldıktan 28 gün sonra Türkiye’ye getirildim. On gün üst üste sorgulandım. Başından itibaren son derece samimi ifadeler verdim. Ne yapmışsam üstlendim. Yapmadığım hiçbir şeyi de kabullenmedim.

33 askerin öldürülmesi olayı da bana yöneltilen suçlamalardan biriydi.

Hiçbir somut delil ortaya koymadan, “bu olayın talimatını sen mi verdin, planlamasını sen mi yaptın?” sorularını yönelttiler. “Bu olayla hiçbir ilişkim yoktur” dediğimde “zaten hep öyle söylersiniz” deyip yüklendiler. Baktım ki söylediklerime inanmıyorlar, bu sefer beni bu konuda suçlamaları için delil istedim:

“…Bakın, siz benim hangi tarihte nerede barındığımı, hatta günlük olarak ne yiyip içtiğimi, ne işlerle uğraştığımı biliyorsunuz. Çünkü günlük olarak hem kullandığım büyük telsizi, hem de küçük telsizleri dinliyordunuz. Hemen hemen her hafta birliğimden bir kişi ayrılıp size sığınıyor, çalışmalarım hakkında sizi bilgilendiriyordu. İstihbaratçılarınız faal olarak çalışıyordular. Çatışmalarda yaralı olarak ele geçirdiğiniz militanlar bütün olup biteni size anlatıyorlardı. Olaya karışıp ta şu anda cezaevlerinde bulunan, hatta itirafçı konumunda olan insanlar var…

Kesinlikle, değil bu olaya bizzat katılmam, planlamasını yapsaydım, talimatını verseydim bundan haberiniz olurdu. Şimdi ben sizden olayla direkt ya da dolaylı olarak ilişkimi ortaya koyacak sözlü veya yazılı bir cümle istiyorum. Bu olaya şu ya da bu biçimde katıldığımı söyleyen tek bir kişi varsa karşıma çıkarın. Bu konuda tek bir militanın ya da görgü tanığının ifadeleri varsa, bütün sorumluluğu kabul etmeye hazırım…” dedim.

Ama bunların hiçbirini yerine getiremediler: Dağda telsizlerde yaptığım bütün konuşmaların çözümlemeleri kendilerinde olduğu halde, önüme bir belge koyamadılar. Ellerinde olaya katılan ve itirafçı konumunda bulunan militanlar olduğu halde tek birini karşıma çıkarıp yüzleştirmediler. Aradan geçen zaman içinde hakkımda verilen ifadelerin tek bir tanesini bana göstermediler.

Oysaki bütün telsiz konuşmalarının deşifreleri, yazılı belgeler, eyleme katılan militanlar ve her çeşit istihbarı bilgi güvenlik güçlerinin ellerinde vardı. Bunların hiçbirinde adım geçmiyordu. Olaya katılıp yakalanan ve itirafçı olan militanlar bile benim bu olaydan haberimin olmadığını, bırakalım eyleme katılmış olmamı eylem talimatı vermediğimi, eylem planı yapmadığımı bile söylemişlerdi.

“O zaman benden ne istiyorsunuz? Neye dayanarak bu iddialarda bulunuyorsunuz?” dediğimde, “ne bilelim, bütün basın öyle yazıyor. Radyolar ve televizyonlar öyle haber veriyorlar. Türkiye’de kime sorarsanız sorun, bu olayın arkasında Şemdin Sakık var, diyorlar. Şimdi bu kadar kişi yalan mı söylüyor?” diyerek işin içinden çıkmaya çalıştılar.

Tüm çırpınışlarıma rağmen suçlanıyordum. Çünkü basın öyle yazmıştı. Çünkü büyüklerimiz öyle söylemişti. Çünkü bu olayla Şemdin özdeşleştirilmek istenmişti. Çünkü 33 askeri vuranların bir hedefi de Şemdin’i vurmaktı.

Bilindiği gibi pozitif hukukta bir suç kanıtlanmadıkça kişi masum sayılır. Suçu kanıtlama görevi sorgucuların ve savcıların işidir. Gel gör ki, benim sorgulanmam söz konusu olunca, bu kuralı bile tersine çevirip önüme koydular. Hiçbir delil ortaya koyamadıkları halde beni suçladılar. “Eğer suçsuz olduğunu iddia ediyorsan o zaman kanıtla, olayla herhangi bir ilişkinin olmadığını delillerle ortaya koy. Eğer bunu da yapamıyorsan, biz düşüncelerimizi mahkemeye yazarız, sen de orada kendi savunmanı yaparsın” deyip işin içinden çıktılar.

Mahkemeye kendi el yazımla kırk sekiz sayfalık bir savunma sundum. Bu savunmanın 33 askerin öldürülmesi olayına ilişkin bölümü şöyleydi:

“…Yine diğer bir eylem de 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ yolunda otobüslerden indirilip vurulmaları olayıdır. Bu olayın sorumluluğu hem örgüt, hem de devlet tarafından bana mal edilmeye çalışıldı. Bu yalana kamuoyu inandırıldı ve savcılık iddianamesinin de bu temelde hazırlandığını görüyorum. Doğal olarak, sırf bu iftiradan dolayı radikal uçların şimşekleri şahsıma yöneldi.

Olayın nasıl geliştiğine, olayla ilişkimin olup olmadığına dair, hem kollukta ve hem de Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı’nda verdiğim ifadelerde olayla bir ilişkimin olmadığını defalarca söyledim. Buna rağmen hazırladıkları ifade tutanaklarında eyleme katıldığım ya da talimat verdiğim yönünde iddialar ortaya attılar.

Onlarca olaydan sorumlu tutulan bir kişi olarak, bu olayı ret veya kabul etmem alacağım cezayı değiştirmez. Dolayısıyla sizi yanlış bilgilendirmeye ihtiyacım yoktur. Benim tek derdim gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır. Kamuoyunda neredeyse ismimle özdeşleşen bu olayla direkt ya da dolaylı ilişkim olmadığını tekrar tekrar söylememin nedeni budur.

Bu olayın tarihte benzeri görülmemiş büyük bir faili ‘meçhul’ katliam olduğunu söylemek durumundayım…”

Sorguda ve savcılıkta muhatap kaldığım yaklaşımın aynısını Mahkemede de gördüm. Beni suçlayacak ne bir belge gösterdiler ne de aleyhime ifade verenleri karşıma çıkardılar. “Eğer bu olaya katılmadığını iddia eden bir tanığın varsa çağıralım mahkemeye gelsin” dediler.

Bilindiği gibi örgütten ayrılmış ve KDP’ye sığınmıştım. KDP, beni ve kardeşimi birkaç milyon dolara sattığı halde, kamuoyuna mavi bereliler tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirildiğim biçiminde yansıtıldı. Sanki dağdan inen ben değilim de, onlar üstün askeri planları sayesinde beni indirmişler gibi lanse edilmişti. Dolayısıyla herkes tam bir zafer sarhoşluğu içindeydi: Örgütten ayrıldığım için örgütün şimşekleri, geçmişte yaptıklarım için devletin şimşekleri bana yönelmişti. Yıllarca ismimi ve emeğimi kullanarak avantadan yaşayan ailem bile beni yüzüstü bırakmıştı. Dünyanın en büyük, en kanlı diktatörleri bile sürülerce avukat bulurken, beni bir tek avukat savunmuyordu. En iyi niyetli insan bile sıradan çıkarları için bana mesafeli durmak zorundaydı. Yüreğinde kötülük olanlar ise beni biraz daha ezmek için çabalıyordu.

İşte, duruşmalara çıktığım ortam böyleydi. Böyle bir ortamda ben ne yapabilirdim? Yapabileceğim tek şey, söz konusu olaya katılmış, daha sonra bir çatışmada yakalanmış, devlete sığınmış ve itirafçı olmuş iki militana yalvarmak oldu. Mahkemeye çıkmaları, olay hakkında bildiklerini mahkeme heyetine anlatmaları ricasında bulundum. Onlarla yüz yüze görüşme imkânım olmadığı için haber gönderdim: “Lütfen, geçmişin hukuku adına, insanlığınız ya da adalete yardımcı olmak adına mahkemeye gelin. Ne biliyorsanız söyleyin ki bu bilinmezlik çözülsün” dedim. Başta “evet olur” deyip kabul ettiler. Ama daha sonra ailelerinden mi, örgütten mi, devlet içi bazı güçlerden mi işaret aldılar bilemiyorum, bana şöyle bir haber gönderdiler: “Bizi tanık olarak yazmanı istemiyoruz. Eğer yazarsan aleyhine ifade veririz. Lütfen bizi bu işe bulaştırma…”

Ben de bu haber üzerine mahkemeye dilekçe vererek, “tanık olarak gelmesini istediğim şahıslar tanıklık yapmayacaklarını söylüyorlar” beyanında bulundum. Derken ne tanıklar geldi ne de iddiayı destekleyecek herhangi bir belge gösterildi.

Buna rağmen çıktığım her duruşmada bana yüklenen onlarca yalan yanlış eylemi ve iddiayı bir tarafa bırakıp, 33 askerin öldürülmesi olayıyla hiçbir ilişkimin olmadığını kanıtlama mücadelesi verdim. İstisnasız hemen her duruşmada konuyu gündeme getirdim, özellikle bu konuda masum olduğumu ifade ettim.

Sıradan bir ifadeyi, ipucunu gerekçe göstererek onlarca hatta yüzlerce insana müebbet hapis cezası veren, bütün kararlarında taraflı ve önyargılı yaklaşım gösteren ve ismine Devlet Güvenlik Mahkemesi denilen bir mahkemede yargılanıyordum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukuki görmediği, savcısı ve hâkimlerinden biri asker olan, dolayısıyla yüzde yüz taraf tutan, hatta biraz da intikamcı yaklaşan bir mahkemede yargılanıyordum.

Bir polisin, ben trende giderken trene ateş açıldı, başımı pencereden çıkarıp baktığımda Arif Sakık’ı gördüm, durmadan bize ateş ediyordu, ifadesi üzerine kardeşim Arif Sakık’a müebbet hapis cezası verebilen bir mahkemede yargılanıyordum. Salona onlarca kamera ve fotoğrafçının alındığı, bir tarafımda müdahil avukatlarının el kol hareketleri yaptıkları, her tarafımın askerle doldurulduğu ama savunma avukatımın olmadığı bir ortamda yargılanıyordum. Aleyhte ifade verenlerin gelebildiği, lehte ifade vermek isteyenlerin duruşmaya gelemediği koşullarda yargılanıyordum. Türkiye’deki bütün basın yayın organlarının ve bununla birlikte örgütün elindeki basın yayın organlarının elbirliği yapmışçasına beni siyasi ve kişilik linç girişimine tabi tuttukları, iktidar mücadelelerini ifadelerim üzerinden yürütmeye çalıştıkları olumsuz ve talihsiz bir ortamda yargılanıyordum.

Bütün bunlara rağmen, 33 askerin öldürülmesi olayına ilişkin olarak mahkemeden şu karar çıktı:

“…Her ne kadar Şemdin Sakık iddianamesinin 37. sırasında yer alan 24.05.1993 tarihinde Bingöl-Elazığ yolunun kesilerek otobüslerden indirilen 33 silahsız er, üç öğretmen ve üç vatandaşın şehit edilmeleri ile ilgili eylem hakkında emir vermediğini, sadece Abdullah Öcalan’ın misilleme yapın talimatını bağlı birimlere ilettiğini beyan etmiş ve bu konuyu duruşmalarda ısrarlı olarak savunmuş ise de, sanığın bu eylem tarihinde bu bölgede örgütün en üst düzey sorumlusu olduğu ve ilettiği talimatla bu eylemin gerçekleşmesine sebep olduğu anlaşıldığından, doğrudan talimat verdiği ve eyleme bizzat katıldığı tespit olmamışsa da bu haliyle bu eylemden de sorumlu olduğu kabul edilmiştir.”

Devlet Güvenlik Mahkemesi gibi tamamen taraf, savunmayı ciddiye almayan, iddia makamına bağlı bir kurum gibi hareket eden böyle bir mahkemeden, böyle bir karar çıkarmak bile benim için büyük bir başarıydı. En azından eylem talimatını vermediğim, eyleme bizzat katılmadığım, mahkeme heyeti tarafından kabul edildi. Ya da kabul etmek zorunda kaldılar. Kabul etmek zorunda kaldılar diyorum, çünkü neredeyse bütün Türkiye’nin bana yüklediği, beni sorumlu tuttuğu bu olayın sorumluluğunu bana yıkmak için oldukça çaba gösterdiler. Ama bir delil elde edemedikleri için olayla fiili bir ilişkimin olmadığını kabul etmek zorunda kaldılar.

Ne var ki beni bu olaydan dolaylı olarak sorumlu tutmalarını da kabul etmedim. Ve halen de bir haksızlık olarak görüyorum. Evet, bir insan olarak olayı engelleyemediğim için kendimi sorumlu tuttum. Ama benim sorumluluğum bunun ötesine geçemez. Şunu açıkça söylüyorum, New York insanının ikiz kulelere yapılan saldırıdaki sorumluluğu neyse benim de 33 er olayındaki sorumluluğum odur..

Eylemle fiili bir ilişkimin olmadığı mahkeme kararıyla ortaya konulmasına rağmen, basın-yayın kurumları beni bu olaydan sorumlu tutmaya devam ettiler. Olmayınca olayın gelişimini anlatan bir makale kaleme alıp mektup arkadaşım Tuncer Günay’a gönderdim. O da, yazıyı Hürriyet Gazetesi’nin Ankara temsilciliğine götürüyor. Yazıyı dizi halinde Hürriyette yayınlamaya karar veriyorlar. Yazının birinci bölümü yayınlandı.

Meğer 33 askerin öldürülmesi olayına ilişkin olarak kaleme aldığım yazı dizi halinde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandığı sıralarda, gazete yönetmeni Ertuğrul Özkök, kızının doğumu nedeniyle Amerika’da bulunuyormuş (nedense büyük vatanseverlerimizin kızları hep Amerika’da doğum yaparlar). Adam yazıyı okur okumaz Saygı Öztürk’ü arayarak: “O yazının yayınını durdurun ve bizzat kendin gidip o olaydan sağ kurtulan gazilerle konuş.

Şemdin Sakık’ın olaya bizzat karıştığını onların ağzından halka duyur” talimatı veriyor. Saygı Öztürk bu talimat üzerine harekete geçiyor ve belki de yalan yanlış şeylerle ön sırayı kimseye kaptırmayan yazılı ve sözlü medyamızın tarihinde bile benzeri az bulanan bu büyük yalanın, iftiranın, komplonun, zalimliğin altına imzasını attı.

Son günlerde de, bazı yazarlarınız söz konusu düzmece mülakattan alıntılar yaparak olay üzerine yorum yapıyorlar.

Başlangıçta bu mülakatın yapılmasına safça ve yüzeyselce baktım: Gazetecilik etiğiyle ve insan vicdanıyla bağdaşmayan bu tutumu Saygı Öztürk’ün bireysel tasarrufuna bağladım. Daracık hücremde volta atarken ona beddua okuyup durdum, aklıma ne kadar küfür geldiyse hepsini savurdum.

Daha sonra Saygı Öztürk’ün bir piyon olduğunu ve mülakatın hazırlanması için bizzat Ertuğrul Özkök’ün rol oynadığını öğrendim. Bu zata haddini fazlasıyla bildiren bir mektup yazdım. Adam ne bir cevap, ne de yayınlattığı yalanlar dizgesine karşı kendimi savunma imkânı verdi. Mektubu kuyuya atmış gibi oldum; ne bir ses, ne bir seda ortaya çıktı. İnşallah size yazdığım bu mektup da aynı akıbete uğramaz.

Sayın Taraf yetkilileri, bu olayı ben değil Zeynel kod isimli Celal Barak yaptı.

Bu kişinin nereli olması çok önemli değildir. Önemli olan nerede yetiştiğidir. Bu şahıs 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen ardından, PKK militanı suçlamasıyla tutuklanıp Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne konulan birisidir. On yılı aşkın bir süre kaldığı bu cezaevinde neredeyse her gün fiziki ve psikolojik işkence gören bir kişidir.

Bir yandan devletin dayağını yiyerek, diğer yandan örgütün beyin yıkayıcı eğitimini alarak şekillenen bir kişidir. Devlet tarafından horlanarak, örgüt tarafından pohpohlanarak ete kemiğe bürünen bir kişidir. İşkence ve sosyalist eğitimin şartlandırdığı bir kişilik!

Sayın Taraf yetkilileri, konuya ilişin bu açıklamayı okuduktan sonra, “Şemdin Sakık 33 askerin kurşuna dizilmesi olayının emrini verdi” suçlamasını geri çekeceğinizi bekliyorum. Eğer halen ikna olmadıysanız, olayın bütün teferruatını yazıp size gönderebilirim.

Saygılarımla
30.10.2008
Şemdin SAKIK

PKK’ya PKK’nın SİLAHI (UYUŞTURUCU) İLE KARŞILIK VERMEK


(MGK VE DEMOKRASİ, Hukuk – Ordu – Siyaset) Muharrem BALCI, Yöneliş Yayınları, İstanbul 2000, 3. Baskı)

TÜRKSAM RAPORU

İstanbul’da münteşir aylık bir dergiden bahsedeceğiz. BELGELERLE TÜRK TARİHİ DERGİSİ DÜN/-BUGÜN/YARIN dergisinden bahsedeceğiz. Jeneriğinden anlaşıldığı kadarıyla bu dergi, “Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı”nın yayın organıdır.(*)

Derginin Şubat 1997 tarihli 1. sayısında “Stratejik Değerlendirme’ konu başlığı altında, ‘Türkiye Stratejik Araştırma ve Eğitim Merkezi (TÜRKSAM)”nin hazırladığı “1997’nin Başında Dünya ve Türkiye” adlı bir “Yıllık Rapor” yayınlanmıştır.

Raporun konusu, kısaca “dünya ülkelerinin içinde bulunduğu siyasî durumları ve Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerindeki boyutlar” olarak özetlenebilir. Rapor 15 sayfadan oluşmuş, son 5 sayfası Türkiye’ye ayrılmış, Türkiye’nin Avrupa Birliği, Yunanistan, Suriye, İsrail, İran, Irak, Amerika Birleşik Devletleri ve PKK ile ilişkileri incelenmiştir.

Raporda ileri sürülen görüşlerden bazıları oldukça çarpıcıdır. Bu görüşlerden bazı örnekleri, “oluşturulan Millî Askerî Strateji Konsepti ve İsrail ile yapılan anlaşmalar hatırlanarak değerlendirilmesi yararlı olur” kanaatinde olduğumuz için, kısaca aktarmak istedik.

Raporda Suriye ile ilişkiler değerlendirilirken, “Türkiye’nin Suriye ile bir ‘Hatay Sorunu’ olmadığı, Suriye yöneticilerinin Hatay’ı kendi sınırları içinde görmek gibi bir seraplarının ve bu serapta dışa vuran saldırgan emellerinin bulunduğu, Bu durumun Türkiye’nin İsrail ile işbirliği ve güç birliği yapmakta ne kadar haklı olduğunu gösterdiği, Suriye’nin ise Hatay konusunu 1997 yılında hasır altı edeceği” vurgulanmaktadır.

Raporda, İsrail ile ilişkiler konusunda beklediğimizden pek farklı bir görüş yer almaktadır:

“İsrail ile yapılan anlaşmalar Netanyahu ve Erbakan hükümetlerinden çok önce hazırlanmıştı, ancak imzalanması bu hükümetler döneminde gerçekleşti. Bunun iki taraf için de rizikolar taşıdığı ortadadır. Türkiye İsrail ile işbirliğini geliştirmek arzusundadır ama bunu Filistinlilerin meşru haklarının çiğnenmesi pahasına yapması söz konusu olamaz. Oysa Netanyahu hükümeti bu açıdan Ankara’yı rahatsız edecek yaklaşımlar içindedir.(*) Erbakan Hükümeti, Askerî İşbirliği Anlaşmasına gönülsüzce de olsa imza atmakla birlikte İsrail ile işbirliğini pek fazla sürdürmek yanlısı değildir. 1997 yılında her iki ülkede bu hükümetler işbaşında olduğu sürece Türkiye-İsrail ilişkilerinin hiç değilse hükümetler düzeyinde ve olağan koşullarda gelişme şansının pek olmadığı söylenebilir[1] Özel sektör düzeyinde ekonomik ilişkiler ve Silâhlı Kuvvetler arasındaki işbirliği ise pırıltısını yitirmiş bir halde de olsa sürebilir.[2]

Raporda PKK terörü ile ilgili iki önemli konunun altı çizilmektedir.

“1- …Türk Silâhlı Kuvvetleri PKK’ya karşı yürüttüğü mücadele sürecinde olağan koşullarda hiçbir manevranın, hiçbir tatbikatın kazandırmasının mümkün olmadığı bir askerî bilgi ve deneyim kazanmıştır. Hem muvazzaf subaylar düzeyinde, hem de celple silâh altına alınan yedek subay ve erat düzeyinde. Öyle ki yakın gelecekte bir seferberlik ilân edilecek olsa Türk ordusunun subay ve erat olarak kadroları daha baştan her türlü savaşı yürütebilecek[3] bilgi ve deneyime sahip olarak düşmanla cenk edecek durumdadırlar.”

2- Yine aynı çevreler[4] kuşkulanmaya, kara kara düşünmeye başladılar ki bu savaş Türkiye’ye ağır bir ekonomik maliyet bindirmiş gibi gözükmesine rağmen, gerçekte, pek de öyle olmuyor. Ve özellikle son yıllarda Türkiye’de, PKK yürüttüğü mücadeleyi hangi yollardan finanse etmişse, onunla mücadeleyi benzer yollardan finanse ediyor. En azından bir taraftan giden dövizler bir başka taraftan geri geliyor.[5] Yani PKK’nın Türkiye’deki işbirlikçilerinin yaydığı yüksek rakamlı faturalar aslında büyük ölçüde Türkiye’nin düşmanlarının cebinden çıkıyor![6] Şimdi bu kuşku beyinlerine düşmüştür! Yıllarca PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığına göz yuman, kara para aklanmasına ses çıkartmayan, hatta şu veya bu yollardan destek veren çeşitli Batılı başkentlerde son sıralarda ansızın Türkiye’ye yönelik ‘kara para aklama’ suçlamaları boşuna değildir!

Bu konuda Türkiye adına eksi hanesine kaydedilecek ve mutlaka en kısa zamanda düzeltilmesi gerekecek tek şey: hiç kuşkusuz, düşmana düşmanın silâhıyla karşılık verirken bunu ‘çeteler’ aracılığıyla değil, devletin ilgili özel kurumları aracılığıyla yapmak ve kişisel çıkarlar ile ulusal çıkarları birbirine karıştıran, PKK ile mücadele paravanası ardında kendi kendilerine hizmet eden kişi ve çevrelere meydan vermemektir.[7] 1996’da kamuoyunda bu bilinç yer etmiştir. Bu bilincin siyaset erbabına da yayılıp yayılmayacağı ve devletin, içinde yuvalanma fırsatı bulabilmiş çetelerden arınıp arınmayacağı 1997 yılında görülecektir.[8]

Konu ile ilgili görüşleri alınan TÜRKSAM Koordinatörü Nazım Güvenç:

“Raporda Türkiye’nin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı izlenimi ediniliyor. Ancak bu eksik. Uyuşturucu kaçakçılığını dünyada bütün istihbarat örgütleri yapıyor. CIA yapmıyor mu, İngiliz İstihbaratı yapmıyor mu? Hatta Alman İstihbarat Teşkilâtı’nın nükleer madde kaçakçılığı yaptığına dair bulgular var. Biz ayrıca sadece uyuşturucu kaçakçılığını değil, çeşitli eylemleri de devletin ilgili kurumlarının yapması gerektiğine inanıyoruz.”[9]

demekten çekinmemiştir.

Bir kısım çevreler ise, dergi çevresinin kendilerini Genelkurmay’a yakın göstermeye çalıştığını söylemiştir.[10]

Yukarıdaki satırlar, büyük puntolar halinde İstanbul’da yayınlanan Selâm gazetesi ve Radikal gazetesinde yayınlanmıştır. Her iki gazete de, yayınlarında, konunun Toplumla İlişkiler Başkanlığı ile ilişkisini kurmuş ve açıkça toplumda bu konularda bir kanaat oluşturma işleminden bahsetmiştir. Buna rağmen hiçbir tepki ve tekzip de almamıştır.

Ancak, akla takılan bir soru şudur: Bu yayın sadece Selâm gazetesinin bir günlük nüshasında yer almış, fakat daha sonra işlenmemiş, basının farklı kesimlerinde ise sadece Radikal gazetesinde yer almıştır. Bunun nedenlerini izah etmekte güçlük çekildiği de ortadadır.

Güneydoğu’da PKK ile mücadelede; “dine dayalı ve halkı şeriat hükümlerine çağıran” mücadele yönteminin Toplumla İlişkiler Başkanlığı tarafından uygulamaya konulduğu da çok yaygın bir kanaattir.[11] Üstelik, Toplumla İlişkiler Başkanlığı ve benzer teşkilâtlarda (MİT ve Askerî İstihbarat) görev yapan elemanların mesleğe başlarken yaptıkları yeminde “Lâiklik İlkesinin savunulması” da vardır.[12]

* Kurucusu ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ertuğrul Zekai Ökte (Emekli General ve aynı zamanda Prof. olarak tanınmaktadır). Ondört Yayın danışmanından altısı emekli general, biri emekli kurmay albaydır. Yayın danışmanlarından biri de (Dr. Mehmet Atay) aynı zamanda Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in danışmanlarındandır. Dergi “İstanbul Araştırma Merkezî” tarafından hazırlanmakta, “Tarihi Araştırmalar Vakıf İşletmesince” yayınlanmaktadır.

Dergi piyasada açıktan satılmadığı gibi; hazırlayıcısı, yayınlayıcısı olan vakıflar gibi, ancak belli kişiler tarafından tanınan, takip edilen, abone sistemiyle dağıtılan bir dergidir.

* Bu görüşe ilişkin hiçbir emareye rastladığımız söylenemez.

[1] İsrail’de yayınlanan 2 Mayıs 1997 tarihli Ha’aretz gazetesinde İsrail’in uluslararası şöhretli askeri uzman yazarı Ze’ev Schiff bir yazısında, “…anlaşmalar iktidardaki partiden ziyade Türk ordusuyla yapılmıştır. İsrail ve İsrail’le imzalanan anlaşmalar, Türkiye’deki siyasi tartışma konuları arasındadır. Şu sırada, bu iç tartışmalarda, ordunun konumu iktidar partisinden daha güçlüdür; bununla birlikte, hiç kimse uzun vadeli trendlerin nasıl olacağından emin olamaz” (Cengiz Çandar’ın, Sabah gazetesinde, Turkish Daily News gazetesinden aktarımları, 3 Mayıs 1997). Bu ifadeler, MGK kararlarını uygulamadaki aşırı hassasiyetin, İktidardaki bir partinin kapatılması gayretlerinin, dış ve iç düşman belirleme stratejilerinin arka alanındakileri gösteriyor olabilir mi?

[2] Demek ki kamuoyu gayet iyi hazırlanmış veya sindirilmiş ki, ilişkiler raportörlerin düşündüklerinden de daha ileri düzeylere varmış durumdadır.

[3] PKK terörünü Türkiye insanı kadar yakından göremeyen dış dünyanın bu satırlardan anladığı; ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, canlı hedefleri olmayan ve gerçek mermilerin kullanılmadığı tatbikatlarda elde edilemeyen deneyimleri kazanmak için bu savaşı devam ettirdiği’ olabilir.

[4] Raporda bu çevreler “barış çağrısı” kampanyaları yürüten, “barış yapalım”, “çocuklarımız ölmesin”, “analar üzülmesin” gibi sloganları dillendiren çevreler olarak adlandırılıyor.

[5] 1996’nın sonlarında Avrupa, özellikle Alman mahkemelerinden Türkiye’nin yöneticileri hakkında, uyuşturucu kaçakçılığına devletin başında olan kişi olarak göz yumulduğu şeklinde kararlar çıkması hatırlanmalıdır.

[6] Günlük harcamanın bir trilyonun üzerinde olduğu şeklindeki resmi beyanlar hâlâ hafızalardadır. Raporbugüne kadar yapılan resmî açıklamalar ve yayınlanan rakamları yalanlıyor.

[7] Özel Tim’inkaldırılması fakat koruculuk sisteminin yaygınlaştırılması çalışmalarını anımsatıyor.

[8] Allah’a şükür ki bahsi geçen bilincin kişilerde ve kurumlarda yayıldığına dair bir müşahede henüz söz konusu değildir.

[9] Radikal gazetesi, 19. 4. 1997.

[10] Radikal gazetesi, 19. 4. 1997.

[11] Tuncay Özkan, Bir Gizli Servisin Tarihi, MİT, (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1996), s. 28.

[12] Tuncay Özkan, a.g.e., s. 57.

EMPERYALİZMİN İSTEDİĞİ TÜRKİYE, HES – MES HİKÂYE.


Börtü – böcek kan ağlıyor.

Kurt – kuş kan ağlıyor,

Dereler, zümrüt yeşili ormanlar kan ağlıyor.

Sular, dereler, HES saldırısı, madenci saldırısı altında bugün…

100 yıllık, 200 yıllık ağaçlar dakikada kesiliyor. Ağaçlar, vatanı için can veren şehitler gibi toprağa düşüyor.

Zümrüt yeşili ormanlar kâr hırsı yüzünden “Kelaynak”lara döndü.

Madencinin, “HES” cinin, AKP’nin umurunda değil, nasıl ki PKK tarafından vurulan Mehmetçikler umurunda değilse…

Köylüler isyanlarda…

Gün geçmiyor ki bir direniş olmasın… Gün geçmiyor ki insanlarımız haksızlıklara karşı çıkmasın.

Kadınlar en önde…

Öfke çığ gibi büyüyor…

“Suyumuzu, deremizi, ormanımızı, toprağımızı, kurdumuzu kuşumuzu” vermeyiz diyorlar.

“Yaşam hakkımızı çiğnetmeyiz” diyorlar.

HES firmalarına arka arkaya davalar açılıyor. Mahkemeler ardı ardına yürütmeyi durdurma kararları alıyor.

Fırtına Vadisi’nde, Fındıklı’da, İkizdere’de, Çayeli’nde, Rize Güneysu’da, Alicik 1-2 Kale HES’lerde, Çayeli’nde, Askaroz-Andon’da, Giresun Keşap’da, Kastomonu Loç’ta, Antalya Alakır’da, Hendek Aksu’da, Tonya’da, Bulancık’da, Artvin Papart’da, yürütmeyi durdurma kararları verildi.

Ama vurguncular doymak bilmiyor. Durmak bilmiyor.

Gözlerini doğaya diktiler. Bu kez de doğada başlattılar talanı.

Güzellikleri, canlıları, bin bir renk zümrüt ormanları, tarihsel kalıntıları yıkmaya, yok etmeye yemin etmişler.

Çekilen sular nedeniyle dereler şimdiden kurumaya başladı bile.

Kurtlar, kuşlar böcekler, akarsular, akarsularda oynaşan balıklar, ışıltılı damlacıklar onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Onlar sadece keselerini doldurmaya bakıyorlar.

İktidara geldiğinden bu yana AKP, tıpkı bir mirasyedi gibi hareket ediyor.

Önüne geleni satıyor.

Yılların birikimini bir anda çarçur ediyor. Onları bir yıllık kârına elden çıkarıyor. Önünü arkasını düşünmüyor. Gelecek kuşaklara “Ne bırakacağım” kaygısı yok. Gününü kurtarmaya çalışıyor sadece. Yeter ki AKP’nin çarkı dönsün. Bütçe açığı kapansın. Bakanlar, vekiller yolluk alıp bol bol seyahat etsinler.

AKP, üretmiyor, tüketiyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan sanayi kuruluşlarının altından girip, üstünden çıktı.

Şimdi sıra doğaya geldi.

Ağaçları satıyor.

Dereleri satıyor.

İnsanları ile birlikte toprakları satıyor.

Kuşları, 3-5 yüzyıllık kaplumbağaları satıyor…

Köküne kibrit suyu döküyor.

İkiz Dere vadisi, zümrüt yeşili Kaz Dağları, bünyesinde 1518 bitki barındıran Munzur, Munzur’un bağrında görkemli boynuzları ile özgürce dolaşan dağ keçileri, geyikler, güngörmüş kaplumbağalar, bülbüller, keklikler…

Rahat yüzü yok onlara.

Nerede bir su görse, nerede bir dere görse, nerede zümrüt yeşili bir orman görse, kolları sıvıyor. Harekete geçiyor. Buldozerlerini sürüyor. Toprağın, doğanın altını üstüne getiriyor.

2700 dolaylarında HES (Hidroelektrik Santrali) planlanmaktadır iktidar tarafından bugün. Bunun 400 kadarı için çalışmalar başlatılmış durumdadır.

Gaziantepliler temelsiz, asılsız, boş olayları, olguları anlatmak için “HAKİYE” (hikâye) derler.

HES-MES HİKÂYE, EMPERYALİZMİN İSTEDİĞİ TÜRKİYE…

HES’ler bahane, sular şahane…

Çünkü HES’lerin enerji sorununa katkısı çok azdır.

Onlar, memleketimizi istiyorlar.

Vatanımızı istiyorlar.

Sevgili ülkemiz AKP tarafından emperyalizme peşkeş çekiliyor.

Emperyalizm, geleceğin petrolü su kaynaklarına, topraklarımıza 49 yıllığına sahip olmak, şimdiden teslim almak için kolları sıvamıştır. İktidar tüm gücü ile arkasındadır.

Bir süre sonra köylünün suyu, köylüye ve halkımıza “şişe, damacana suyu” olarak, parayla satılacaktır.

SU YAŞAMDIR.

SU, ÜLKEMİZİN YAŞAM DAMARIDIR.

DERELER ÖZGÜR AKMALIDIR.

DERELER ÖZGÜRLÜKTÜR.

SU HAKTIR.

HAKKIMIZA SAHİP ÇIKALIM.

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZE SAHİP ÇIKALIM…

Ali Eralp

İLK KURŞUN

ATATÜRK ÇOCUKLARI


Yine bir 10 Kasım günü geldi ve o gün bu ülkenin kurtarıcısı ve çağdaş Demokratik Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürkü kendi anlayışımız içinde sevgi, saygı ve şükranla anacağız. Eğer büyük şehirlerden birinde değil de Anadolu illerinden birinde yaşıyorsanız bu 10 Kasım, saat 9’u 5 geçe yapılan törenlerin ve sadece 2 dakikalık saygı duruşunun bile nasıl yük kabul edildiğini anlayabilirsiniz. Ama yaşlılar ve öğrenciler bu günü unutturmamak için ellerinden geleni yapma zorundalar ve yapıyorlar. Ancak diyebiliriz ki yine de içimizde garip bir hüzün ve kırıklık oluşuyor. Çünkü İktidarıyla, taraftar basın yayın organları ile ve yapılan konuşmalarla Türkiye’de öyle bir hava yaratıldı ki artık Atatürkçü olmak suç olmuş gibi gösteriliyor.

Atatürk İlke ve İnkılâpları ile Atatürk sevgisinden bahsetmek bir geri kafalılık, devrimcilik değil ama muhafazakârlık, dünyadaki sosyal ve siyasi gelişmeleri anlayamamazlık ve yapılmak istenen reformlar veya gelişmeler önündeki en büyük engel kabul ediliyor ve öyle yansıtılıyor. İş öyle bir hal aldı ki, çok yakın bir zamana kadar Türk Halkı için en büyük tehdit olarak belirttiğimiz İrtica ile Atatürkçülük çok usta manevralarla yer değiştirdi. Çağdaş Türk cumhuriyetinin ve gerek tek gerekse hemen sonra oluşturulan çoğunlukçu Demokratik cumhuriyetin kurucusu ve koruyucusu olan Türk Ordusu mensupları, isyancı ve ayrılıkçı güçlerin yardımı ve desteği ile muhafazakâr yargı elemanları vasıtasıyla ve tabii ki yöneticilerimizin baskısı ile yüzlercesi birden ağır hapis cezaları ile ödüllendiriliyor.

Nasıl bu anlayışa gelindi? Diye sorarsanız cevabım kısaca ünlü atasözümüzde gizlidir. O ünlü deyime göre Çarşambanın gelişi Perşembeden bellidir. Yani bir hafta, yani uzun bir zaman öncesinden bellidir. Sandığa giden Türk Halkı eğer Radikal Muhafazakâr görüşlü bir siyasi grubu %47 gibi çok yüksek bir oy oranı ile iktidara getirmişse ne olacağını tahmin ediyor ve hatta istiyor denebilir. Burada Radikal Dinci anlayışa gönül vermiş olanları kınamak gereksizdir. Çünkü onlar kendi Halkları için doğru olduğuna inandıkları şeyleri yapmaya çalışıyorlar. Demokratik Cumhuriyetten çok Osmanlının dinsel ağarlıklı yaşamını seviyor ve imkân nispetinde benzer bir sosyal düzen kurmaya çalışıyorlar. Kısacası Atatürk sayesinde Modern bir Cumhuriyet haline gelmiş olan Demokratik, Laik Türkiye cumhuriyeti şimdilik Meşruti Monarşi değil ama bir İslami Cumhuriyet olarak yaşatılmak isteniyor. Bu konuda da bayağı başarılı oluyorlar. Atatürk’e ve Atatürkçülere karşı düşmanca duygular gözle görülür bir şekilde gelişmeye devam ediyor.

İşte belki bu nedenlerle bir kırgınlık, bir hoşnutsuzluk hissediyor olabilirim. Çünkü ben Kemalist veya Atatürkçü değil bir Atatürk çocuğuyum. Bu sözlerin nerden kaynaklandığını sizlere açıklamak isterim.

1971 yazında İngiltere’de eğitim gördüğüm bir dönemde bir akşam odamda otururken kapı birden açıldı ve odaya 10–15 kadar İngiliz Hanım girdi. Hepsi arkadaşlarımın eşleri idi ve bir yaramazlık yapmak istedikleri muzip duruşlarından belli oluyordu. “Aşağıda biz parti yaparken siz burada keyf çatamazsınız” dediler ve beni yaka paça odanın kapısının önüne çıkardılar. Artık yapacak bir şey yoktu, İki elimi de havaya kaldırarak teslim sinyali verim. Diğer odalardaki birkaç arkadaşta teslim bayrağını çekince hepberaber aşağı inip partilerine katıldık.

Daha ilk anda etrafında genç hanımların yoğunlaştığı oldukça yakışıklı bir genç adamla göz göze gelince o gruba katılmak kaçınılmaz oldu. Daha içkimden bir yudum almadan genç adam “Bende sizinle görüşmek istiyordum” dedi ve saldırır gibi devam etti. “Yirminci Yüzyılda iki büyük Diktatör tanıyorum, biri Benito Musolini, diğeri Mustafa Kemal Atatürk” dedi. Ya Hitler? Dedim. Üçüncü olarak onu da sayabiliriz dedi.

Bu yargıya nasıl vardınız? Diye sorduğumda “Ben tarih hocasıyım, olayları biliyorum” dedi. Zarlar atılmış, ipler koparılmıştı. Şimdi daha iyi anlıyorum dedim. Neyi? Diye sordu. İngiliz Halkının neden Türklere karşı bu kadar olumsuz duygular beslediğini. Sizin gibi Tarih hocalarının yanlış öğretilerinin sonucu başka türlü olamazdı. Şimdi beni dinleyin dedim, mademki tarihi biliyorsunuz o zaman Atatürk’ün evlendiğini ama hiç çocuğu olmadığını da biliyorsunuz demektir. Evet, biliyorum dedi. Bakın dedim ben bir Atatürk çocuğuyum. Anam belli, babam belli ama o benim fikir babam. Atatürk öleli 33 yıl oldu, buna rağmen bu gün Türkiye’de milyonlarca genç kadın ve erkek kendilerini bir Atatürk çocuğu olarak görür ve bundan da büyük bir gurur duyarlar. Sen şimdi İngiliz Tarihi içinde oğlu olmaktan gurur duyacağın Kromwel dahil bir lider ismi verebilirmisin.? “Hayır, veremem dedi.”

Devam ettim:

“Atatürk’e diktatör diyorsunuz, biliyoruz ki diktatörler sevilmez, onları sevmek için ya yağcı ya da mazoşist bir ruha sahip olmak lazım, şimdi soruyorum; siz benim ve Türk Halkının büyük bir kesiminin böyle baskı ve acılardan zevk alan mazoşist ruhlu insanlardan oluştuğumuza inanıyormusunuz?”

Muhatabım büyük bir samimiyetle “öyle saçma şey olur mu? Tabii ki hayır.” Diye cevap verince “O zaman Atatürk’ün diktatör olduğu iddiaları yanlış veya ön yargılar sonucu verilmiş bir karar olmuyor mu?” diye sorduğumda genç öğretmen, İngilizlerde en sevdiğim ve saygı duyduğum bir şekilde “ Atatürk’ün bu kadar sevildiğini bilmiyordum, işte yüz yüze görüşmenin en güzel tarafı bu, yanlış anlayışlar düzeltilebiliyor.” Dedi. Bu sonuç benim için yeterli idi, bizdeki gibi uzatma ve aynı konuda ısrar Batıda hoş karşılanmıyordu. Konuyu gençlerin en hoşlandığı konulardan biri olan spor ve güzel kadınlar konularına atlayarak değiştirmeyi uygun gördüm.

Bu gibi iddiaları daha sonra çok duydum. Özellikle kendi ülkemizin aydınları da bu konuda sanki net bir fikre sahip değil gibiydiler.Kendilerinin ne kadar ilerici, ne kadar tarafsız, ne kadar demokrat olduğunu göstermek isteyenlerle yapılan röportajlarda, hoşlansak da, hoşlanmasak da bu iddiaları duyabiliyorduk.

Bunun yanında, Cumhuriyet inkılâplarının düşmanı mürteciler Atatürk’ü diktatör olarak tanıtmak için büyük bir gayret içinde görünüyorlardı. Bu anlayışa belki de bir tepki olarak, 1990lı yılların başında İş Bankasının açtığı bir yarışmaya Atatürk-Demokrasi ilişkisini ele alan bir kitap yazıp gönderdim. Yarışmayı değerli bir bilim adamımız kazandı ama kitabımı Türk Demokrasi vakfı; eğer yanlış hatırlamıyorsam kuruluşlarının beşinci yılını kutlamak için basmaya karar verdi. Kitap; “Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi” adıyla 1997 yılında basıldı.

Yaşamımın son çeyreğine geldiğim bu kritik günlerde beni hala gururlandıran ve mutlu eden en önemli şeyin ne olduğunu düşündüğümde kendimi hala bir Atatürk çocuğu olarak görmek olduğunu fark ettim. Bütün aksi iddialara ve yapılan olumsuz propagandalara ve hatta görünür, görünmez her türlü tehdit ve baskıya rağmen göğsümü gere gere ve dimdik durarak Atamıza olan sevgi ve saygımızdan en ufak taviz vermiyorum. Bundan da önemlisi, iyi bir Müslüman olarak, her fırsatta ona ve mücadele arkadaşlarına hayır dualar göndermeyi de ihmal etmemeğe çalışıyorum.

Bu konuda geçmişe doğru baktığımda Atatürk’le ilgili görüş ve duygularımı, rahmetli anne-babamın yanında belki de onlardan daha fazla öğretmenlerime borçlu olduğunu biliyor, hepsini ve Atamızı saygı ve Tanrıdan rahmet dilekleri ile anıyorum.

Dr. M. Galip Baysan

İLK KURŞUN

AKP Esir Kampında Şemdin Sakık’ın Hakemliğinde Türk Ordusu, PKK’ya yem ediliyor.


Gülümseyin lütfen, teröristin “eskisi” oluyormuş, o tanık eski bir teröristmiş, ideolojisi değişmiş, Türk Ordu’suna güveniyormuş, çürük raporu almasına rağmen askerlik bile yapacakmış, Bu sözler Yüce Türk Adalet sistemimizin yargılandığı Ergenekon Davası’nın gizli tanığı, çılgın terörist Şemdin Sakık’ a ait. Böylesine pervasız bir teröristi Yüce Türk Yargısı dikkate alıyor ve onun söylediğini gerçek ve doğru buluyor. Üstelik PKK’nın ikinci adamı sıfatı ile…

Ergenekon Davası ile gizli tanığının ifade ve yorumlarına istinaden vatansever Türk Askerleri, gazetecileri, bilim adamları ve milletvekilleri AKP esir asker kampı Silivri’de suçlarını bilmeden yıllardır içeride tutulmaktadır. Çünkü; ülkemde cebinde küresel çetelerin yazdığı misyoner muskaları ile adalet dağıttığını düşünen yüreksiz imam hâkim ve imam savcı var… Üstelik Cumhuriyet Savcısı görünümlü bu imamlar, Habur’da teröristlerin kaynağına giderek Küresel Çetelerin dayattığı ve AKP Hükümeti’nin emri ile o teröristlerin ayakları altında adeta ezilmişlerdir.

Değerli yargı mensupları: yüreğinizi cebinize alıp dolaşmak yerine, yüreğinizi adaletin terazisine koymalısınız. AKP’den ve mensubu bulunduğunuz cemaat guruplarından çekinerek görevinizi yaptığınız aşikar. Unutmayın ki, AKP ve Cemaat kaybolduktan sonra 75 milyon halk sizleri ve arkanızdakileri yargılamak için sabırsızlıkla bekliyor. Ne demek Ergenekon Davasında Şemdin Sakık’ın tanıklığı? Madem bu kadar gücünüz vardı? Neden 1993 yılında Bingöl’de 33 askerimizin şehit edilmesi emrini veren PKK’nın 2. Adamını asker ailelerinin karşısına sanık olarak çıkaramadınız? Neden bebek katili APO yu 30 bin şehit ailesinin karşısına çıkaramadınız?. 1993’de Şemdin Sakık’ın elinden kurtulan 15 askerimizi şimdiye kadar dinlediniz mi? Dinlemediniz…

Çünkü bir Gazi’ye, PKK’lı terörist kadar değer vermediniz ne yazık ki. Şemdin Sakık’ın talimatıyla içeri aldığınız o generaller, zamanın da PKK’nın bu piçleriyle ölesiye mücadele ederken sizler kısa şortlarla cemaatin kucağında oturuyordunuz. Türk Adaleti Ergenekon Davasını 4 yılı aşan bir sürede çözemedi ve umudunu Şemdin Sakık’ a bağladı ise adalet bitmiş demektir. Yaşanan bu gelişme sonrasında Genelkurmay Başkanı’nın hala hangi sıfatla o koltukta oturduğunu çok merak ediyorum. Sayın Necdet Özel Şemdin Sakık’ın tanıklığı ile içeri alınan generallerin Cumhuriyetimiz ile bir hesaplaşma içerisinde olduğunu ne zaman anlayacak. Sayın Özel, susmak yerine Vatansever generallerimiz ve diğer tutuklular için yumruğunu masaya vurabilecek mi? Vurmayacak, vuramayacak. Çünkü Sayın Özel AKP’nin ve cemaatin Genelkurmay Başkanı. Sayın Büyükanıt ve Sayın Başbuğ gibi asla başı dik olamayacak.

Sayın Özel’de biraz yürek olsaydı, Oslo görüşmelerinin ortaya çıkması ile vatan hainliği ile vatanseverliği anlaması ve gerçek bir asker davranışı sergilemesi gerekirdi. Bütün bu kumpasa göz yuman bir Genelkurmay Başkanı, AKP esir kampında Türk Ordusu’nu PKK’nın piçleri ile yerin yedi kat altına sokulmasına tepki veremez ve cesaret edemez….

Memleketim dün, Mesut Barzani’ye “Türkiye seninle gurur duyuyor” diyenleri içinde barındırırken, bugün Şemdin Sakık’ın bir sözü ile generalleri AKP esir kampına tıktığı için kahramanca alkışlayan adamlarla doldu… Kim bilir yarın da Bebek katili APO’nun vekil olarak meclise gelmesine gözyaşı dökecek insanlarda çıkacaktır bu ülkede, Oysaki bu adamlar değil miydi? Yıllardır terörü besleyen ve terörist olanlar, Neden Ömürlerini bizim için heba eden, PKK terör örgütüne karşı hayatı boyunca mücadele ile geçiren generalleri Ergenekoncu teröristler diyerek lanse edenlere karşı savunamıyorduk. Türk ordusuna düşman, teröriste dost olabilen bu AKPseverler kimdi.

Sayın Başbakan’a yeri gelmişken, DSP, MHP ve ANAP Hükümeti’nin APO’yu teslim aldığını, İdam yasasını 2006’da Sayın Başbakan’ın kaldırdığını hatırlatmak faydalı olacaktır. Sayın Başbakan’a bir hatırlatma daha yapalım. Sayın Recep Tayyip Erdoğan! Siz ülkede hukuk var diyorsunuz. Sizin, hukuk dediğiniz şeyi biz Habur’da mezara gömdük. Şemdin Sakık vakasıyla da o hukuka pamuk tıkadık.

Saygılarımla

Hakan SÖNMEZ

İLK KURŞUN

Suay Karaman: Silivri’de, Hasdal’da zulüm görenlere ses çıkarmay anlar, İmralı’ya gelince demokrat kesiliyorlar.


Sayın Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği yöneticileri,

Yaşam hakkı, her birey için kutsaldır ve korunması gerekmektedir. Cezaevlerinde açlık grevi yapan 700′e yakın tutuklu, ‘Kürt sorununun’ demokratik çözümüne yönelik insani taleplerde bulunmuyorlar. On binlerce masum insanın katili PKK terör örgütünün başının hapishanedeki koşullarının iyileştirilmesini istemenin birinci talep olduğu bir eylem yanlıştır. Bu talep, haklı bir talep olmadığı gibi, insani bir talep de değildir. Anadilde savunma yapmak talebi de yanlıştır. Bu eyleme destek olmak teröristbaşının ölümüne neden olduğu masum insanların ruhlarını incitmektedir. Teröristbaşı eline silah alıp emperyalist ülkelerin beslemesi ile devlete kafa tutacak ve cezalandırılması çok görülüp, ödüllendirilmesi istenecek. Bunu onaylamak olanaksızdır.

Cezaevi koşullarının düzeltilmesini istemek haklı bir talep, ama buna PKK terör örgütü aracılık etmemeli. Silivri’de, Hasdal’da zulüm görenlere ses çıkarmayanlar, İmralı’ya gelince demokrat kesiliyorlar. Kuddusi Okkır, Uçkun Geray, Kaşif Kozinoğlu, Ali Tatar hayatlarını yitirirken, birçok yurtsever sağlığını yitirirken, Diyarbakır Barosu’nun ve yandaşlarının tavrını doğru olarak analiz etmek gerekir.

Ülkemizde insan hakları, özgürlükler, vatan, bayrak, yurtseverlik gibi değerler ve kavramlar, özellikle ters yüz edilerek, yerleri ve anlamları değiştirilmek suretiyle emperyalizmin tam da istediği kıvama getirildi. İşte bunun sonucu olarak teröristlerin eylemleri ve talepleri insan hakları ve özgürlükleri kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştır. Olayları ve eylemleri, doğru ve yansız olarak değerlendiremezsek, emperyalizmin gizli emellerine ortak olmanın dayanılmaz yanılgısına düşebiliriz. Selamlarımla

SUAY KARAMAN
İLK KURŞUN

KAMUOYU DUYURUSU-06.11.2012

Turkiye deki hapishanelerde 700′e yakin tutuklu bedenlerini olume terkederek Kurt sorunun demokratik cozumune yonelik insani taleplerde bulunuyorlar. Ancak yetkililer ve kamuoyu bu cigliklari duymuyor veya duymamazliktan geliyor. Ote yandan aclik grevlerinde bulunan vatandaslarimiza destek amaciyla yapilan eylemler de polis mudahaleleri ile siddet gosterilerine donusuyor.

İste simdi tam da insanligimizi hatirlamamizin gerekli oldugu noktadayiz! Toplumsal duyarliligimizla olum orucundaki insanlarin kaybini engelleyebiliriz.

ODTU luler olarak biz bu cigliklari duyduk ve duyuyoruz. Bizler insanin en dogal hakki olan yasam hakkina saygi duyuyor ve basta Cumhurbaskanimiz ve hukumet olmak uzere Turkiye Buyuk Millet Meclisi nde ve disinda yer alan tum siyasi partileri ve devlet yetkililerini hapishanelerde olum orucuna yatan ve aclik grevinde bulunan vatandaslarimizin seslendirdikleri talepler konusunda duyarli olmaya ve olum orucu ve aclik grevinde bulunan tutuklularin taleplerini hic vakit kaybetmeden barisa katki yapacak sekilde cozume kavusturmalarini talep ediyor, halkimizi da bu konuda duyarli olmaya ve katki saglamaya davet ediyoruz.

Saygilarimizla,
Orta Dogu Ogretim Elemanlari Dernegi

BARIŞ DOSTER: Libya’da Ne Oldu? Suriye’de Ne Oluyor?


Emperyalizm gerçek yüzünü Libyalılara göstermeye başladı. Ülkenin bölünme tehlikesi yaşadığını, bizzat yöneticileri söylüyor. Şurası muhakkak, Libya petrolünü batılı şirketler çıkarıp pazarladığı sürece, Libya’daki iktidarı güdecekler. Libya halkı gün yüzü görmeyecek. Hem Bosna’da Müslümanları katleden Sırplara ucuz petrol veren, hem Libya’daki Türk inşaat firmalarına ihale veren, hem de Bosna’daki olayları siyasi malzeme olarak kullanan Türk başbakanı Necmettin Erbakan’a çadırında ayar veren Kaddafi’yi belli ki Libyalılar çok arayacaklar.

Libya’da yaşanan gelişmelerde, sahip olduğu petrol kaynaklarının büyük payı vardı. Ülke bombalanırken “barış, demokrasi, özgürlük, insan hakları” lafları tedavüldeydi. ABD, Libya’nın işgali için BM’yi, NATO’yu devreye soktu. 1951’de bağımsızlığını ilan eden, yüzde 95’i çöl olan, petrol ve doğalgaz açısından zengin kaynakları bulunan, 6.5 milyon nüfuslu bu ülke şimdi talan ediliyor. Yaklaşık yüzde 20’lerde seyreden işsizliği düşürme yönünde umut yok. 1986’da ABD uçaklarınca çadırı bombalanan, Libya’nın düşürdüğü öne sürülen Lockarbie uçağı nedeniyle batıya yüklü bir kan parası ödeyen Kaddafi’nin kurduğu düzenden de eser kalmadı.

Gelelim Türkiye’ye. Ülkemiz, Libya’dan sonra Suriye’de de emperyalistlerin yanında yer aldı, kuryeliğine soyundu. Düştüğümüz durum ortada. Maalesef Türkiye, ABD’nin zayıflamasından en olumlu etkilenecek ülkeler arasında olduğunu kavrayamadı. ABD’nin etkisi azalırsa, Afganistan, Irak ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, kriz bölgelerine müdahale gücü olmaktan kurtulacağımızı maalesef göremedi. Batının dilindeki “güvenlik tüketen değil, güvenlik üreten ülke” pozisyonundan sıyrılacağını anlayamadı. Daha açık söylemek gerekirse, George Soros’un dediği gibi, “en iyi ihraç malı Türk ordusu olan” ülke görünümünden çıkacağını saptayamadı.

Oysa şurası çok açık: Türkiye emperyalizmin boyunduruğundan kurtulursa, Mehmetçiğin kanını satmaz. Şimdiki halde ise vatan toprakları yasayla satışa çıktığından, parayla satıldığından, bir süre sonra uğrunda ölecek toprak, yani vatan kalmayacak. O zaman da emperyalistler için ölmek kaçınılmaz hale gelecek. Zira Türkiye’nin bu görevini tamamlayan bir diğer görevi daha var. O da bölgesel bir güç olan, Avrasya jeopolitiğinde ABD’nin en amansız muhalifi olarak öne çıkan İran’ı dengelemek. ABD’nin isteğiyle Suriye’de rejimi değiştirmeye soyunan Türkiye, İslam aleminde de İran’ı dengelemek, onun önünü kesmek için çabalıyor. Ilımlı, uyumlu, ABD destekli İslam’ı bölgeye model olarak sunmaya çalışıyor. Bunların hepsi, Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki görevin gerekleri olarak öne çıkıyor.

Türkiye, bu görevini layıkıyla yapabilsin diye İsrail’le danışıklı dövüş oynadı. Davos’taki “one minute” çıkışından bu yana ABD gözetim ve denetiminde iyi polis – kötü polis oyunu sahnelendi. Mısır başta olmak üzere Arap dünyası, özellikle de Körfez ülkeleri bu konuda Türkiye’ye bir süre için yardımcı da oldular. Dışa bağımlı Türk ekonomisine Körfez ülkelerinden sıcak para gelmesinin nedenlerinden biri de buydu. Çünkü Arapların Türkiye’ye büyük miktarda sıcak para getirmesi, sadece iktidarla olan düşünsel yakınlıklarıyla veya “hızla büyüyen istikrarlı ekonomi” olduğumuz masallarıyla açıklanamaz. Türkiye, ABD tarafından içi boş bir kavramla, “model ortak” olarak tanımlanırken, İran’ın Şii hilali oluşturma çabalarına karşı Sünni blok oluşturma görevini de üstlenmişti.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Komşularla sıfır sorun politikası çöktü. Suriye’de Esad karşıtlığı politikası iflas etti. İran’a karşı füze kalkanına topraklarımızı açmak, ülkemizi zor durumda bıraktı. Bölgesel politikaları ve ülkesinin bütünlüğünü savunan Irak başbakanı Maliki’yle zıtlaşmak ülkemizi daha da yalnızlaştırdı. İran ve Rusya, Malatya Kürecik’e yerleştirilen füze kalkanı radarını tehdit olarak gördüklerini defalarca açıkladılar. Irak, Türkiye’nin düşmanca davrandığını, Suriye emperyalizmin taşeronluğunu yaptığını ilan etti. Batının cephe ülkesi Türkiye ile Doğunun cephe ülkesi İran’ı savaştırmak isteyen emperyalizmin gerçek yüzünü göremedi Türkiye. Suriye’de Sünni – Şii çatışmasını körükleyenlere destek verdi. Sözde İsrail ile gerginlik yaşarken, petrol ve silah lobileriyle yakından iş tuttu. İktidar partisinin kongresinde onur konuğu olan ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye selamlanan Kuzey Irak Kürt Yönetimi lideri Barzani, bağımsız Kürt devleti konusunda ABD’den izin aldı. PKK – BDP, yeni anayasa, özerklik, federasyon konularında ABD’den gerekli talimatları aldılar. BDP yöneticilerinin deyimiyle ABD’den rol istediler. İktidarla da bu konularda büyük ölçüde uzlaştılar.

Arap Baharı’nın yaşandığı ve yaşanmakta olduğu ülkelerin hiçbirine demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hukuk devleti, sivil toplum, istikrar, şeffaf bir piyasa ekonomisi gelmedi. Kısa vadede geleceği de yok. Ama kan geldi, acı geldi, bölünme geldi. Kaynakları Batı tarafından eskisine oranla daha çok yağmalanır oldu. Bunun somut örneği olan Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil, siyasi kavgaların ve aşiretçiliğin ülkeyi böldüğünü, ülkeyi üçe bölecek bir federal sistemden endişe ettiğini söyledi. Kaddafi’yi deviren güçlerin siyasi parti kurmasına da karşı çıktı. Petrolde dünya zengini olan Suudi Arabistan üzerindeki ABD etkisi Arap Baharı ile birlikte daha da arttı. Suudi Arabistan’ın ABD’nin istemediği bir petrol sevki yapmasın olanaksız olduğu bir kez daha görüldü.

Hüsnü Mübarek devrildikten sonra Mısır’a giden eş başkan, burada karşı olduğu laikliği orada övünce, Müslüman Kardeşler’den anında tepki geldi: “Mısır’ın içişlerine karışmayın, herkes kendi işine baksın, her ülkenin koşulları farklıdır”. Arap sokaklarının sesini dinleyerek dış politikayı yönlendirdiğini söyleyen hariciye vekili, Libya’ya petrol olarak bakanların Yemen için kıllarını bile kıpırdatmadıklarını göremedi. Sünni Mısır’ın kendisini kendisini Arap dünyasının lideri ve Akdeniz İslamı’nın merkezi olarak gördüğünü de, Şii İran’ın da kendisini Asya İslamı’nın merkezi ve Fars kültürünün lideri olarak konumlandırdığını da bilemedi. Bahreyn’de Şii halk ayaklandığında, Suudi tanklar müdahale ederken, insan hakları odaklı dış politika yürüttüğünü söyleyen Türkiye hiç sesini çıkarmadı.

Şunu yapabilirdi Türkiye: Karşılıklı olarak içişlerine saygı esasıyla, bölge merkezli politikalara öncülük edebilirdi. Yakın zamana kadar Suriye ile yaptığı gibi işbirliğini öne çıkararak, İran’la enerji başta olmak üzere ekonomik ilişkileri geliştirerek, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da saygı duyulan, muteber bir bölge gücü olabilirdi. Bundan sadece siyasi olarak değil iktisadi olarak da büyük yarar sağlardı. Tarihsel olarak rekabet içinde olduğumuz İran’la, bölge ülkelerini içine alan bir yakınlaşmaya öncülük etmek, hızla yakınlaşmakta olan Rusya ve Çin gibi Avrasya’nın büyük ülkelerinden de destek bulurdu. Türkiye’nin karşılıklı saygı ve ortak çıkar zemininde bir bölgesel işbirliğine öncülük etmesi, sadece bölgede değil dünyada siyasetinde de elimizi güçlendirir, Batıda masaya daha güçlü oturmamızı sağlardı.

Türkiye bunların hiçbirini yapmadı. Bakalım bundan sonra yapacak mı?

İLK KURŞUN

MAHFİ EĞİLMEZ : Kamu Borçlanması Dersi


Kamu Kesimi İç Borçlanması

Kamu kesiminin iç piyasadan yaptığı borçlanmaya kamu kesimi iç borçlanması deniyor. Bu borçlanma ağırlıklı olarak Hazine tarafından yapıldığı için bazen Hazine iç borçlanması deyimi de eş anlamlı olarak kullanılıyor.

Kamu kesimi iç borçlanmasının TL ile veya dövize endeksli olarak ya da dövizle yapılması borçlanmanın niteliğini değiştirmiyor ve bu borçlanma türü iç borçlanma olarak değerlendiriliyor. Burada borçlanma kağıtlarının kimin elinde olduğu da önem taşımıyor. Yani bir yabancı parasını getirip Türkiye’de bozdurup Hazine Bonosu almışsa o borç kamu iç borçlanması olarak nitelendirilmeye devam ediyor. Burada borcun iç borç mu dış borç mu olmasında ayırt edici faktör borçlanma otoritesinin bu borçlanmayı hangi piyasada yapmış olduğu.

Kamu Kesimi Dış Borçlanması

Kamu kesiminin dış piyasalardan yaptığı borçlanma kamu kesimi dış borçlanması olarak adlandırılıyor. Bu borçlanmada da Hazine’nin önemli bir ağırlığı söz konusu.

Bu borçlanma dört şekilde yapılabiliyor: (1) Kredi almak yoluyla, (2) Tahvil ihracı yoluyla, (3) Devletlerden borçlanma, (4) Uluslararası kurumlardan borçlanma.

(1) Kredi almak yoluyla borçlanmada kamu kurumu, yabancı banklara başvurarak yürüteceği bir proje ya da yapacağı bir iş nedeniyle belirli bir vadeyi kapsayan bir krediyi faiz karşılığında alır. Bu kredi bir banka tarafından verilebileceği gibi miktarın büyüklüğüne göre birkaç bankanın katılımıyla da verilebilir. Eğer birden fazla bankanın katılımı söz konusuysa buna “sendikasyon” bu birlikte açılan krediye de “sendikasyon kredisi” adı veriliyor. Eskiden Hazine de bu tür kredileri alırdı.

(2) Tahvil ihracı yoluyla borçlanmada kamu kurumu yurt dışı piyasalara tahvil ihraç eder ve bunun karşılığında borçlanır. Bu tahviller yabancı para cinsinden olabileceği gibi TL cinsinden de olabilir. Dış borç sayılmasındaki ayırt edici nitelik üzerinde yazılı para birimi ya da kimin satın aldığı değil hangi piyasada ihraç edildiğidir.

(3) Devletlerden borçlanma daha çok Hazine tarafından Türkiye Cumhuriyeti adına sağlanan bazı dış borçlar için söz konusu olur. Burada Türkiye Cumhuriyeti yabancı bir devletten bir projesi ya da herhangibir programı için borç alabilir. Şimdilerde pek kullanılmayan bu yöntem eskiden yaygın olarak kullanılıyordu. Türkiye için OECD nezdinde kurulmuş bir konsorsiyum vardı ve Türkiye’nin uyguladığı istikrar programlarına OECD üyesi ülkelerin katılımıyla borç verilirdi.

(4) Uluslararası kurumlardan borçlanma türü IMF, Dünya Bankası, yatırım bankaları, kalkınma bankaları gibi çok uluslu kuruluşlardan yapılan borçlanmaları ifade eder. Bunlar ya bir programın desteklenmesi için ya da belirli kamu projelerinin gerçekleştirilmesi için alınan borçlardır.

IMF’den borçlanma bir borçlanma olarak değerlendirilmesi en zor olanıdır. Çünkü burada amaç borç almak değil belirli bir istikrarsızlık halinden kurtulmak için parasal destek almaktır. Bu çerçevede IMF’nin sağladığı kaynaklara da kredi ya borçtan daha çok destek, imkan, kolaylık gibi adlar verilirken bu kullanımlar için tahakkuk ettirilen bedele de faiz yerine charge gibi adlar verilir.

Dünya Bankası, devletlere belirli bir dönüşüm programı uygulaması için kredi verebileceği gibi kamu kurum ve kuruluşlarına uygulayacakları projeler için de kredi verir. Yatırım bankaları ve kalkınma bankaları da daha çok proje için kredi veren kuruluşlardır.

Kamu Kesimi Borç Stoku

Kamu kesimi borç stoku belirli bir anda bütün kamu kurum ve kuruluşlarının iç ve dış borçlarının toplamını gösteren bir stok miktardır.

Kamu kesimi iç borç stoku; İç borçlanmada aktif tek kurum Hazine olduğu için burada Hazine iç borç stoku esas alınır.

Kamu kesimi dış borç stoku; kamu kurum ve kuruluşlarının belirli bir andaki borç stokları toplanarak toplam kamu kesimi dış borç stokuna ulaşılır.

Kamu Kesimi Borç Yükü

Kamu kesimi borç stokunun GSYH’ya oranı bize kamu kesimi borç yükünü gösterir. Günümüzde AB tanımlı genel yönetim nominal borç stokunun GSYH’ya oranı bu amaçla kullanılmaktadır. Bu hesaplama yapılırken genel yönetim iç ve dış borç stoklarının toplamı alınmakta bu toplamdan ayarlama kalemleri (bu kalemler içinde düşülmekte ve bulunan tutar GSYH’ya bölünmektedir. Bu tanımı bir denklem olarak açık biçimde gösterelim:

AB tanımlı genel yönetim nominal borç stoku = Merkezi yönetim borç stoku (bütçe dışı fonlar ve döner sermayeler dahil) + yerel yönetimler borç stoku + sosyal güvenlik kurumları borç stoku (işsizlik sigortası fonu dahil) + ayarlama kalemleri

Denklemdeki ayarlama kalemleri üç ayrı ayarlamayı içeriyor. Genel yönetimi oluşturan kurum ve kuruluşların ellerindeki DİBS’ler brüt borç stokundan düşülüyor, iskontolu olarak ihraç edilen DİBS’lerin nominal değerleri hesaba katılıyor, dolaşımdaki bozuk para tutarı merkezi yönetim iç borç stokuna ekleniyor.

AB tanımlı genel yönetim nominal borç stokunun GSYH’ya oranlanmasıyla da borç yükü bulunuyor.

Türkiye’de Kamu Kesimi Borç Stoku ve Borç Yükü

Yukarıdan beri anlattığımız kavramların günümüzdeki sayısal ve oransal karşılıklarını aşağıdaki tabloda son dört yılla karşılaştırmalı olarak gösteriyorum.

2009 2010 2011 2012/9
Merkezi Yönetim İç Borç Stoku (milyar TL) 330,0 352,8 368,8 387,6
Merkezi Yönetim Dış Borç Stoku (milyar $) 74,1 78,1 79,2 81,5
2009 2010 2011 2012/II Ç
Kamu Kesimi Dış Borç Stoku (milyar $) 83,5 89,0 94,1 102,3
AB Tanımlı Genel Yönetim Nominal Borç Stoku / GSYH 46,1 42,4 39,2 36,5

Buna göre Türkiye’nin kamu kesimi borç yükü yüksek değildir. AB tanımlı borç yükü yüzde 35- 40 aralığındadır. Euro bölgesi üyeliği için gerekli olan Maastricht kriterlerinden birisi olan kamu kesimi borç yükü / GSYH oranının yüzde 60’dan fazla olmaması gereklidir. Ki Türkiye bu oranın 20 puan altında bulunmaktadır. Buna karşılık yükselen piyasa ekonomilerinin çoğunun borç yükü Türkiye’den düşük olduğu için bu oranın daha da düşürülmesi gerekiyor.

DEĞİŞEN MISIR VE YENİ DÖNEMDE TÜRKİYE-MISIR İLİŞKİLERİ


DEEN MISIR VE YEN DNEMDE TRKYE-MISIR LKLER.pdf

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!