Aylık arşivler: Ekim 2012

İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı (İHH) Ankara Temsilcisi Hanefi Sinan ile Sö yleşi


Temelleri 1992 yılına kadar uzanmakla beraber İHH, Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine İsrail’in düzenlediği saldırı neticesinde Türkiye ve dünya kamuoyu tarafından daha yakından takip edilmeye başlandı. Dernek diğer ülkelerden sivil toplum kuruluşları ile beraber bu yılın Haziran ayında Gazze’ye yeni bir yardım filosu göndermeyi planlamaktadır. İHH, daha çok Gazze’ye yönelik faaliyetleri ile gündeme gelse dünyanın birçok bölgesinde faaliyetlerini sürdürüyor. Bu faaliyetlerin son ayaklarından birini Libya oluşturuyor. Derneğin Ankara Sorumlusu Hanefi Sinan; derneğin faaliyetleri, Mavi Marmara olayı sürecinde yaşananlar, Libya’daki Türkiye algısı gibi konularda değerli bilgilerini ORSAM’la paylaştı.

ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?

Hanefi SİNAN: İsmim Hanefi Sinan. Mühendisim ancak uzun senelerdir insan hakları ve insani yardım alanlarında çalışıyorum. Bu çalışmaları amatör bir ruh ve zihniyetle yapmak için gayret sarf ediyorum. İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı (İHH)’da aktif gönüllü, İHH-ANKARA (İnsan Hakları ve Hizmet Derneği)’da yönetici olarak ve farklı kurumlarda insan hakları çerçeveli çalışmaların içinde bulunmaktayım. Mavi Marmara olayından dolayı birçok insan İHH’yı yeni kurulan bir kurum olarak düşünmektedir. Fakat İHH 1992 yılında Bosna Savaşı ile gündeme gelen bir kurumun devamı niteliğindedir. Bosna’daki mazlum Müslüman halkın Sırplar tarafından katledilmeye başlaması döneminde biz de bir hareket olarak başladık ve 1995 yılında kurumsallaştık. O yıldan bugüne kadar mazlum coğrafyalarda hem savaşlardan mağdur olan hem de doğal afetlerle yüzleşen toplumlara yardım etmek için gayret gösteriyoruz. Bu yardımları sadece fiziki yardımlar olarak sınıflandırmamak gerekiyor.

Yardımlarımız aynı zaman da insan hakları eksenlidir. Çünkü taşıma suyla değirmen dönmez. Kalıcı, adil ve insan hakları eksenli kurumlar oluşturulmadığı sürece mazlum bölgeler çoğalmakta ve renk değiştirmektedir. Bu sıkıntıları bazen sempozyumlarla bazen ulusal ve uluslararası kurum/kuruluşları bir araya getirerek duyurmaya çalıştık. Bunların yanı sıra Mavi Marmara tarzında, mevcut Siyonist düşüncenin Filistin üzerindeki işgalini ve baskılarını uluslararası zihnin gündemine taşımak için farklı yollar denedik. Bunlardan biri de Deniz Filosu idi. Bu spontane gelişmiş bir şey değildir. Az önce bahsettiğim sempozyumlar, kamuoyuyla kurulan bağlantılar sonucunda bölge insanının mağduriyetini daha çok somut hale getirmek için üretilen bir proje idi. Buna bir diğer örnek Aralık 2009 yılında yapılan araç konvoyu idi. Bu konvoy sadece bizim yaptığımız bir şey değildi. Uluslararası kuruluşlar, vicdan sahibi topluluklar, o bölgenin sivil toplum kuruluşları hatta siyasetçiler destek olmuştu. Bu organizasyon Avrupa’dan Türkiye’ye geldi. Türkiye’den Suriye’ye oradan da Ortadoğu Kuzey Afrika ve Uzak Doğu katılımcılarını da alarakÜrdün’e geçildi. Ürdün’den de Akabe Körfezi’nden Sina’ya çıkıp Gazze’ye geçilmesi planlanıyordu. Fakat o dönemin Mısır yönetimi Sina’ya çıkmamıza müsaade etmedi. Uzun süre mücadele ettik. Sonra geri döndük. Suriye’nin Lazkiye limanından araçları feribota bindirdik. Malzemelerin ve yolcuların bir bölümünü gemi yoluyla taşıdık. Ariş’te bir araya gelindi.

Ariş’te Mısır polisinin ciddi ajitasyonu ile karşılaştık. Bu refleks Mısır halkına rağmen gösterildi. Yanımızda canlı yayın aracımız vardı ve bu sayede dünya kamuoyu yaşananları canlı izledi ve bize yapılan saldırılar durduruldu. Fakat birçok arkadaşımız yaralandı. 400 araçlık bir konvoydu. Ambulanslar, kamyonetler, arazi araçları vardı. Aktivistler de bu araçların içinde seyahat ediyordu. Gidilen yerlerde otellerde kalınmıyordu. Herkes uyku tulumunu getirmişti ve spor salonlarında kalınıyordu. Bu da yapılan çalışmanın tamamen insani bir boyut içerdiğinin başka bir göstergesidir. Tüm bunlar Mavi Marmara olayından önce bizim ciddi tecrübelerden geçtiğimizi göstermektedir. Yani “birinin aklına bir şey geldi, hadi onu yapalım” durumu değildir. Mavi Marmara’yla ilgili, saldırıdan sonra oluşturulmuş Birleşmiş Milletler’in raporu var. Bu rapor, bizim uluslararası hukuki tüm standartları koruduğumuzu ve bu duruşumuzda uluslararası hukukun dışında herhangi bir tavır içerisine girmediğimizi deklare ediyor.

Bu da önceki tecrübelerimize dayanıyor. Kara konvoyunu planladığımız bir dönemde, gemi konvoyu için İHH’ya bir teklif geldi. Bu teklif, İHH İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım’ın kamuoyuyla paylaştığı gibi, 2009 yılı içerisinde merhum Necmettin Erbakan’a sunuluyor. Merhum Erbakan’da bu konuyla ilgili İHH’nın ciddi çalışmalar yaptığını ve deniz konvoyunu da İHH’nın başarabileceğini arz ediyor. Konuyu Genel Başkanımız Bülent Bey’e bildiriyor. Bu kapsamda daha önce çalışma yaptığımız aktivistlerle irtibata geçiliyor ve gemi konvoyu yavaş yavaş oluşturulmaya başlanıyor. Bu çalışmanın olgunlaşması 2010 yılında gerçekleşirken, arka planı konvoydan önce oluşmuştur. Gazze’ye konvoyla gidildiğinde, gemiyle de gidileceği söyleniyor. Bizler armatör değiliz, hayatımızda hiç gemimiz olmadı. Bu işe girdiğimizde ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu gördük. Ciddi zorluklarla karşılaştık, çok çaba sarf ettik. Sivil toplum kuruluşlarının yapacakları aktivitelerle ilgili en büyük sorunları bürokrasi sürecini aşmakmış, onu öğrendik. Bürokratik zihnin henüz sivil hareketlerle muhatap oluşunda ciddi arızalar olduğunu gördük..

Sivil bir hareketi bizden bir hareket olarak algılamıyorlar, muhalif karşılıyorlar. Mevcut engellerin daha sorunlu hale dönüşmesine katkı sağlıyorlar. Bence artık bürokrasinin de sivilleşmesi gerekiyor. Protest duruşlar zaman zaman beraberlerinde sağlıklı zeminler taşıdığı görülmektedir. Taşımasa bile kendini yeniler. Bizim en büyük sıkıntımız bu. Fakat halk bunu böyle görmüyor. “Başbakan ya da Dışişleri Bakanı mesaj verdi. Siz rahatsınız, bizim katkı sağlamamıza gerek yok” diyorlar. Ama tablo bu değil maalesef. Her gittiğimiz yerde çok ciddi setler oluşuyor.Bir de yaptığımız işler bürokrasi ile ilgili “ilkler” olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle kimse de “risk”e girmek istemiyor. Bu süreçte zorlandık. Aşmak için zaman zaman kamuoyunun desteğini aldık. Mayıs ayının sonuna doğru Mavi Marmara’yla yola çıktık. Normalde İstanbul’dan gemiye binecektik. Fakat bürokrasi nedeni ile Antalya’dan binmek zorunda kaldık. Yurtdışından gelen aktivistlerle Antalya’da buluştuk. 4-5 gün gemide kalındı. Ve Antalya’dan yola çıktık. Bir süre sonra Kıbrıs açıklarında diğer gemileri bekledik. Geminin bir tanesi arızalandı. O gemide Alman parlamenterler vardı. Gerekli limanlara bildirip Mavi Marmara’ya transferlerini yaptık. Seyahatimiz orada başlamış oldu. Mevcut sahilden 74 mile kadar açıldık. Bu mesafe uluslararası kara sularının güvenli bölgesi ve kara sahilinin çok ötesindeydi. Uluslararası hukukun emniyetli alanı ve bu alan içerisinde gerçekleştirilecek her müdahale uluslararası hukuka müdahale anlamına gelmektedir. Biz bu alanda seyrederken, sabah namazını kıldıktan sonra, saldırıya uğradık. Çok ağır bir saldırıydı. Sonrası malumunuz.

Şehit olan ve yaralanan kardeşlerimiz oldu. Sonrasında yine hukuksuz bir şekilde hapishaneye götürüldük, suçlu muamelesi gördük. BM’nin raporunda da ifade edildiği gibi bu süreçte 200’den fazla suç işlendi. Bize sorulduğunda bu rakamın çok daha fazla olduğunu göreceksiniz. Hapishane ortamında da yoğun sorunlar yaşadık. Bizimle gelenlerin bir bölümü özellikle Arap coğrafyasında bulunanlar kara yoluyla Ürdün’de sınır dışı edildi. Diğer bölümü de bizimle birlikte Tel Aviv’e getirildi. Tel Aviv’e geldiğimizde sivil havaalanının bir bölümü boşaltıldı. Sadece o bölümü kullandık. Hiçbir şey yapmıyoruz sadece dolaşıyoruz. Girişlerde ve çıkışlarda defalarca arandık. Düşünün birisini “esir” alıyorsunuz, arıyorsunuz. Daha sonrasında 30 kere daha arıyorsunuz. Geri dönerken Batılı aktivistlerin büyük bir bölümüne fiziki darp uyguladılar. “Gözün üstünde kaşın var” diye bir tabir var bizde. Onlara göre biz çok hızlı tahliye olduk. Bu nedenle intikam alma güdüleri oluştu. Batıdan gelen sivil aktivistler bizler gibi polise ve kurumsal yapılara alışkın değiller. Bizi ittikleri zaman biz “neden” demiyoruz ama onlar diyorlar. İşte o soru dayak yemelerine vesile oluyor. Bu duruma müdahale etmek isteyen arkadaşlarımızda ağır darplarla karşılaştılar. Ve havaalanında 24 arkadaşımız yaralandı. Sivil uçakla geldikten sonra hastanelere kaldırıldılar.

Yani İstanbul’da yaralı olarak hastaneye kaldırılanların tamamı havaalanında darp edilmişti. Bunlar ağır yaralı olanlar. Ufak yaralanmaları olan bazı arkadaşlarımız hastaneye gitmek istemediler. Daha sonra Türkiye’de hukuki süreç başladı. Bu hukuki sürecin hem yerel hem de Uluslararası Mahkemeler eksenli çalışmaları hızlı bir şekilde başlatıldı. Bizimle birlikte yurtdışından gelen sivil aktivistler kendi ülkelerinde de dava açtılar. Üzülerek söylüyorum hukuki sürecin en yavaş işlediği yer Türkiye. Henüz mahkeme süreci başlamadı. Mesela Fransa’da bir mahkeme açılmıştı. Bununla ilgili tedbir kararı alındı. Ve İsrail Savunma Bakanı Fransa’ya gidememişti. Orada sonuç kısa zamanda elde edilmişti. Ama Türkiye’de hala mahkeme açılmadı. Soruşturma sürecinin devam ettiği ifade ediliyor. Biz bu sürecin daha hızlı gerçekleşeceğini düşünüyorduk. Aslında BM sürecide çok yavaş ilerledi. Raporlar 2011 yılının başında açıklandı. Uluslararası hukuk henüz istenilen refleksleri göstermedi. Bu işi tersten okumak gerekmektedir. Düşünün ki Fransa’nın Amerika’nın ya da İngiltere’nin meşru bir aktivisteylemi olsun. Ve bu eyleme başka bir ülkeden müdahale edilsin. Bunun sonuçlarının bu kadar uzayacağını ve problemli bir hale dönüşebileceğini düşünebiliyor musunuz? Çok kısa zamanda müdahale edilir, tedbirler alınır, yargılamalar yapılır, tazminat davalarında “doğduklarına pişman edilir”ler.

Bizim yapmış olduğumuz bu çalışma, sadece bizim özelimizde ya da Filistin özelinde bir çalışma değil. Uluslararası normları içeren, 3. Dünya Ülkeleri’ndeki mazlum insanlara uygulanan baskıları içeren bir çalışma. Ve eğer bu ülkelere farklı elit ülkelere farklı tavırlar gösteriliyorsa ciddi sorgulamalar yapmamız gerekiyor. Mavi Marmara olayının içerisinde 36 farklı ülkeden aktivist vardı. Bu konuyu aktivistlerin geldikleri ülkelerde ve o ülkelerin ilişki içinde olduğu ülkelerde yeniden gündeme taşınmış oldu. Dünya halkları artık eskisi gibi çifte standartları göz ardı etmeyecek. Bunun da sonuna kadar arkasındayız. Bu olay istenmemesine, engellenmesine rağmen büyük yankı uyandırdı. Süreç hala devam etmekte. 15 gün önce İnsani yardım amaçlı olarak Libya’daydım. Libya halk baskı altında. Sivil toplum kuruluşları yok, siyasi partileri yok v.s. Orada bile Mavi Marmara’dan haberdarlar. Bizi de Mavi Marmara ile tanıyorlar. Gerçi bu durumdan rahatsızız. “İHH eşittir Mavi Marmara” ifadesi çok dar.

Biz 125 ülkede faaliyet gösteriyoruz. 125 ülkede ortak kurumlarımız var. Sadece bir insan grubuna gidip gıda yardımı dağıtmıyoruz. Sağlıklı projeler üretmekteyiz. Mesela Afrika’da 100.000 katarakt ameliyatı yapmayı hedefledik. Şuan 40.000’den fazla ameliyat yaptık. Bölge insanını daha üretken hale dönüştürebilmek için su kuyuları açtık. Sömürgelerin bulunduğu yerlerdeki insanlar “bir şey yapamayız” gibi stabil zihinlere sahip. İHH bu bölgelerde sivil toplum kuruluşlarının oluşmasına vesile oluyor. Aynı zamanda Türkiye’ye gelen yabancı uyruklu öğrencilere seminerler düzenliyoruz. Amacımız kendi ülkelerine döndüklerinde sivil organizasyonlar yapabilmeleri. Bu anlamda İstanbul’da okuyan Kenyalı öğrencilerimiz güzel birer örnektir. Mezun olduktan sonra Kenya’ya dönüp bir sivil toplum kuruluşu kurdular. Hem mesleklerini yapıyorlar hem de insani yardım alanında bizimle birlikte çalışıyorlar. Bu sayede oradaki insanların yapabilirlikleri ortaya çıkıyor, stabil zihinleri hareketli hale geliyor.

Bir diğer projemizde farklı ülkelerde toplamda 17.000 yetime bakıyoruz. Yetimlerin bazılarını yetimhanelerimiz de bazılarını da birinci derece yakınlarının yanında bakmaya çalışıyoruz. Bu projeyi farklı kuruluşlarla da paylaştık. Ve onların tabanlarına yayılmasına vesile olduk. Özellikle kriz bölgelerinde yetimlerle ilgili transferler oluyor. Bir bölüm misyoner çalışmalarına hizmet ediyor bir bölümü organ mafyasına. Yetim projemiz “uluslararası vahşet”in de önünde engel olabilecek bir çalışma. Bunun yanı sıra özellikle Afrika gibi bölgelerde eğitime ve üretime katkı sağlayacak projeler yapıyoruz. Tarımsal faaliyeti arttıracak ekipmanlar sağlıyoruz. Meslek edindirmeye yönelik eğitim merkezleri açıyoruz. Bunları yaparken de bölge insanı ile Türkiye arasında bir köprü oluşturuyoruz. Başlarda Afrika’da birçok insan Türkiye’yi bilmiyordu. Ama bizim öncülüğümüzle yurtdışı faaliyetleri başladı. Ancak burada temel bir eksiklik var. Bu faaliyet alanlarımızın sömürge bölgeleri olması ve baskı altında tutuluyor olmaları bölge insanını genelde hareketsiz hale getirmiş. Sivil hareket ve toplumsal üretim algısını dumura uğratmıştır. Mesela Afrika’da sivil toplum kuruluşları yok ya da çok az. Asıl bu bölgelerde insan hakları ve insani yardım gibi tüm unsurlarımızla bulunmamız gerekiyor. Çünkü zihinsel bir dönüşüm söz konusu orada. Libya’da bunlardan biri, bölgeye gittiğimizde sivil hareketlerin organize olmadıklarını ve sivil toplum anlayışlarının oluşmadığını gördük. Maalesef bölgeye sağlıklı projeler sunacak STK’larında ulaşmadığını gördük.

ORSAM: Libya’da Türk sivil toplum kuruluşları yok. Peki, diğer ülkelerden var mı?

Hanefi SİNAN: Asıl sorunda burada başlıyor zaten. Küresel zihin kendi enstrümanları ile bölgeye gidiyor. Libya’da BM uzantısı sivil toplum kuruluşları var. Fransa, İngiltere gibi ülkelerin kuruluşları da var. Libya’da ciddi manada bir zihinsel dönüşüm başlamış. Bu dönüşüm dışarıdan gözüktüğü gibi “özgürleşme hareketleri”nden ziyade özgürleşmenin tanımını yapanların oradaki çalışmalarıdır. Ortalama dindar bir insanın giyim kuşamı ve refleksleri ile Fransız Bayrağı’nı salladığı görüntü bence çok sağlıklı bir fotoğraf değil. Bu fotoğrafı ilk gün göremedik ama bir hafta sonra gördük. Hatta yanında “thank you” yazan ABD bayrağı, İngiliz Bayrağı hatta İtalya Bayrağı olan pankartlar da var. Bu direniş başlamadan önce Türkiye “kurtarıcı ülke” olarak görülüyordu. Ama şimdi “sorunlu ülke” oldu. Bingazi meydanında mevcut kürsüde şuan ki Libya Bayrağı, Katar Bayrağı ve Fransız Bayrağı asılı duruyor. Bu tabloyu sorguladığınız zaman, 50-60 sene öncesine kadar İtalyanlar bölgede işgal gücü pozisyonundaydılar. Bir jenerasyon değişiyor, zulmün adı değişiyor, ama yerel halk bunun farkında değil. Bir kaza olduğunu düşünün. Kazadan kurtulan yaralı ilk hangi arabayı görürse ona biner ve hastaneye gider. Sormaz “Bu araba kimin?” diye. Bu toplumda bir travma yaşamış. Göçler olmuş, 5000’den fazla insan ölmüş. Biri geliyor ve size yardım ediyor. Bu arada da kaza mahallini temizliyor, bir daha kaza olmaması için önlemler alıyor. Bu iyi bir insandır. Ama kaza dairesi içinde kaldığı sürece iyidir. O dairenin dışına çıkıp kazaya sebebiyet veren unsurlara bakarsanız aynı unsurlar olduğunu görürsünüz. Ancak bunu Libya halkı göremiyor. Aynı şey burada olsa bizde onlar gibi davranırız.

ORSAM: Peki, Türkiye’yi nasıl görüyorlar?

Hanefi SİNAN: Öncelikle Türkiye’nin imajında bir sorun var. Bunu söylediğimizde ciddi bir tepki ile karşılaşıyoruz. Ama kendimizi sağlıklı bir şekilde sorgulamalıyız. Biz yapamayacağımız şeyleri söyler durumuna düşmüşüz. Siz konuşmasanız bile Türkiye adına birileri konuşmuş; “Türkiye gelecek ve sizi kurtaracak” diye insanların zihnine yazmış. Çünkü Türkiye önceden bu güce sahipti ve bugün tekrar bu gücü kazandığı ifade edildi. Bunu biz söylememiş olsak bile söyleyenlere kafa salladık yada sessiz kalarak onayladık.. Onların algısına göre biz kurtarıcıydık ama gitmedik. Gitmediğimiz gibi yapılan desteğe de mani olduk. Bu algıyı mevcut küresel zihin kontrol ediyor. Bugüne kadar sivil organizasyonlar gazete basmamıştı. Şimdi belli çevrelerin kontrolünde kısa bir zamanda gazete ve dergiler dağıtılıyor. Oradaki yapı; “Türkiye bu güce sahip ama bu gücünü asla bizim lehimize kullanmadı ve bizi yalnız bıraktı” diyor. Biz dönerken durum biraz olsun yumuşamıştı. En azından bizim çalıştığımız gruplar “Türk halkı ayrı, hükümet ayrı” demeye başlamıştı.Biz bu süreç içerisinde Suriye’ye ve Ürdün’e gittiğimizde kahramanlar gibi karşılandık. Bizi bir sivil toplum çalışanından ziyade hükümetin temsilcisi olarak gördüler. Bu bölgelerde halkın sivil bir hareketi olmadığı için bir ülkeden bir kurum gelmişse resmi bir organizasyondur algısına sahipler.

Özel ilişkilere girdiğinizde veya çalışmalar yaptığınızda bağımsız olduğunuzu anlıyorlar. Biz bu algı yüzünden Libya’da 3 gün yardım dağıtamadık. Bu durumda hükümetinde kendini sorgulaması gerekiyor. Yapamayacakları şeyleri söylemeyecekler, söyleyenleri de susturacaklar. Maalesef İslam coğrafyasınınortak bir söylemi ve hedefleri yok mevcut zihinleri bu konuda şekillendirecek, rahatlatacak, onları sağlıklı yönlendirecek siyasal bir söylem yok. Türkiye’nin siyasal söylemlerine bakıldığı zaman çok da bağımsız olunamadığı, küresel yapının paralelinde hareket ettiği görülüyor. Bu da oradaki insanın algısını etkiliyor. İslam coğrafyası 8-10 farklı ülkeyle ortak bir zihin üretir ve bu zihni dünya toplumuna sunarsanız farklı algılanırsınız. Sizin zihninizde o bölgede yer eder ve toplumsal dönüşüme daha sağlıklı katkı sağlarsınız. O insanlar 1950’li yıllara kadar Osmanlı bakiyesini sahiplenmişler. Biz tarihimizle kendi bağlarımızı koparttığımız zamanda bile onlar bağlarını koruyabilmişler. Libya’da ne kadar Kaddafi baskıcı, sosyalist, milliyetçi kültürü empoze etse de özellikle Doğu Libya’da etkili olamamıştır. Arap toplumunu simgeleyen renklerle ay-yıldız, bizimle onlar arasında ilişkiyi diri tutan unsurlardır.

Biz diplomat değiliz, siyasal bilimci değiliz; basit bir zihne sahip olmamıza rağmen, o toplumun içine girince bölünmüş olduğunu hemen görüyorsunuz. Doğal olarak bölgedeki halk hareketlerinin geriye dönüşü olmayan bir yola girdiğini gözlemlemiş olduk. Oradaki kardeşlerimizin zihnini bulandıracak adımlara karşı tedbir almak lazımdı. Bu tedbirlerin başında bölgede özgürlükleri ve bağımsızlıkları için mücadele eden unsurlara bugün vermiş olduğumuz desteği ilk zamanlar yapmış olmamız gerekiyordu. Ve inisiyatif almalıyız. “Şimdi böyle bir imkanımız yok” diyorlar. Zaten bunun 10-15 sene önce planlamalıydık. İddianız “Biz kahramanız” ise bir altyapı oluşturmalısınız. Aksi takdirde birilerinin oluşturduğu projelerde yer alırsınız, bu sizi bambaşka yerlere götürür. Bu tehlikeyi yaşadık. Bence sadece Türkiye’de 150-200 tane sivil toplum kuruluşu Bingazi’ye gitmiş olsa, hiç yardım dağıtmadan oradaki insanlarla sohbet etseler bile oradaki insanların zihinsel dönüşümlerine ciddi manada parantezler açarız. “İtalya burayı işgal etmişti, biz binlerce şehit vermiştik. Bunlar babalarının hayrına gelmiyor” derler.

ORSAM: Suriye’de çalışmalarınız var mı?

Hanefi SİNAN: Suriye’de uzun zamandan beri çalışıyoruz. 1948 yılından beri Filistinlilerin yaşadığı kamplar var. Zor da olsa yardımlarımızı dağıtmak için gayret sarf ediyoruz. Filistinli mültecilerin oradaki konumu mevcut yönetim tarafından ciddi manada sorgulanıyor. Nereden bakarsanız bakın, bu sorun herkesin üzerine yüklenmiş bir sorundur. İçinden çıkmak çok zor değil aslında. Ama yapı insanları sıkıştırmış durumda. Eğer dünyada insan hakları ve özgürlük tanımını yapan ülkeler bu tanımlarına gerçek manada tekrar dönerlerse sorun çözülür.

ORSAM: 31 Mayıs’ta bir gemi daha kaldırıyorsunuz. Bu geminin ismi ne olacak? Nasıl bir süreç izlenecek?

Hanefi SİNAN: Bu yardım sadece sembolik. 31 Mayıs’ta Gazze’ye götürülmek üzere bir gemi hazırlanıyor. Aslında biz ikinci bir gemi filosu hazırlığı içerisindeyiz. Muhtemelen Haziran ayının ikinci yarısı Avrupa’dan kalkacak. 15 gemi olacağı öngörülüyor. Katılımcı ülkeler belirlendi. İnternet sayfamızda ayrıntılı bilgiler var. Yaklaşık 19 Avrupa ülkesinden sivil aktivistler destekliyorlar. Doğrudan Gazze’ye gidilecek. Mavi Marmara katliamından sonra tablo hala değişmedi. Hatta daha stratejik bir şekilde genişletiliyor. Ben Şubat ayında Gazze’deydim. Mısır üzerinden gitmiştik. Asya’dan gelen bir konvoya iştirak ettim. O konvoy Suriye Lazkiye limanından Ariş’e, Ariş’ten Gazze’ye girdi. Bölgeye gittiğimizde, zulmün ve kaosun daha vahim hale geldiğini gördük. BM İsrail’den el koyduğu tüm insani yardım malzemelerinin teslim edilmesini istemişti. “Tamam” dediler fakat hepsini teslim etmediler. Teslim ettikleri elektronik malzemeleri de bozarak verdiler. Ben malzemeleri görünce şok oldum. Bu kadar insanlık dışı bir uygulama olamazdı. Ultrason cihazının bazı parçalarını çıkarıp vermişler. Oradaki halk bu süreci içselleştirmiş durumda ve direnişlerinde bir zayıflama yok.

Hatta Gazze halkı Mavi Marmara’yı kendine milat edinmiş. “Biz Gazze’de unutulduğumuzu düşünüyorduk. Dünya Müslümanları bizi unuttu diyorduk. Kendi kaderimizle baş başa öleceğimiz sanıyorduk. Mavi Marmara hadisesinden sonra umut kazandık. Biz idarelerin reflekslerini esas almışız. Ama halkın refleksleri bambaşka imiş” dediler. Dolayısıyla Gazze limanına “Mavi Marmara” anıtı inşa ediyorlar. Bizim daha sonraki ziyaretlerimizde Mavi Marmara gemisinde olduğumuzu duyunca “Siz kutsal misafirlerimizsiniz” diyorlar. Onlar için bir dönüm noktası oldu. Bazı kanaat önderleri bize “Her ne kadar 9 kardeşimizin şehit olmasına neden olsa da hayırlı bir olaydır ve sizinle kan kardeşi olduk” dediler. Üst düzeyde bir sevgi oluştu. İkinci “Özgürlük Filosu” çalışmamızı da inşallah Haziran ayında gerçekleştireceğiz.

ORSAM: Sayın Sinan değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Mavi Marmara Hukuk Süreci ve 6 Kasım 2012’de Yapılacak Duruşma ile ilgili Avukat Burak Turan ile söyleşi


Avukat Burak Turan ile Mavi Marmara olayının genel hatlarını, ulusal hukuk ve uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesini ve bundan sonraki hukuk sürecini konuştuk.

ORSAM: Mavi Marmara olayını Ulusal ve Uluslararası hukuk açısından genel hatları ile aktarır mısınız?

Av. Burak Turan: Mavi Marmara olayını genel hatları ile yeniden açıklanması ve ulusal hukuk ve uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesinin yapılmasını istemekteyiz. Bu değerlendirmeyi İsrail Devleti’nin saldırı ile ilgili savunduğu tezler ve bunların uluslararası hukuktaki karşılıklarını açıklayarak yapmak gerekmektedir. İsrail askeri birlikleri Mavi Marmara gemisine, kıyılarından ortalama 72 mil açıkta, uluslararası sularda müdahale etmiştir. Uluslararası Deniz Hukuku açısından açık deniz, bütün devletlerin yararlanmasına açıktır ve bu bölgede temel ilke serbestliktir. İdari ve yargısal yetkiler bakımından her devlet kendi ulusal yetkileri altında bulunan gemiler üzerinde yetkili olup, bu kural bayrak yasası olarak bilinir. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesinin 3. maddesine göre, devletlerin ülke egemenliğinin bir parçası olan karasularının genişliğinin en fazla 12 mil olması mümkündür. İsrail 200 millik münhasır ekonomik bölge ilan etmiş ise de, burada var olan yetkiler diğer devletlerin seyrüsefer serbestisini engelleyecek şekilde kullanılamaz. Bu açıdan olay değerlendirildiğinde, olayın gerçekleştiği sırada Mavi Marmara gemisi açık denizde tüm devletlerin gemilerine tanınmış olan seyrüsefer serbestisini kullanmakta idi. Seyrüsefer serbestisinden yararlanan bir ticaret gemisi ile ilgili asli yetki kullanımı da bu hükümler gereği uluslararası hukuka göre bayrak devletine aittir.

Her ne kadar İsrail, gemileri denetleme hakkının olduğunu belirtmiş ve bunu 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesinin 110. maddesinde düzenlenen ziyaret hakkı ile Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa hakkına dayandırmış ise de, 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesinin 110. maddesinde düzenlenen ziyaret hakkının İsrail’in iddia ettiği gibi değerlendirilmesi mümkün değildir. Bahse konu hükümler, bayrak devleti dışındaki devletlere açık denizde seyreden gemiyi denetleme hakkını ancak silah kaçakçılığının önlenmesi veya yabancı bayraklı gemide bulunan suçluların yakalanması kapsamında verir. İsrail, BM İnsan Hakları Konseyi’ne gemide yer alan insani yardım gönüllüleri ve insani yardım malzemeleri açısından suç unsuru teşkil edebilecek en küçük bir delil dahi sunamamıştır. Dolayısıyla saldırıyı ziyaret hakkı kapsamında değerlendirmek mümkün değildir.

Birleşmiş Milletler Yasasının 51. maddesine göre, bir devletin meşru müdafaa hakkını kullanabilmesi için silahlı saldırıya ve bu yönde açık, yakın bir tehdide maruz kaldığını açıkça ortaya koyma zorunluluğu vardır. Uluslararası Adalet Divanı, kararlarında, böyle bir saldırının silahlı olması şartını, özellikle aramıştır. Meşru müdafaa hakkının temel kuralı olan orantılılık ilkesinin olayda hiçe sayılmış olması, gemide bulunan müşteki mağdurlarda herhangi bir silah bulunmadığının uluslararası raporlarda da açıkça belirtilmesi, olayda önleyici meşru müdafaa hakkının hukuki gerekçelerinin bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Gemide vefat eden 9 insani yardım gönüllüsünün vücudundan toplamda 39 adet kurşun çıkmıştır. İki insani yardım gönüllüsü henüz gemiye askerler inmeden helikopterden atılan kurşunlar ile hayatını kaybetmiştir.

Örneğin, Türkiye ve ABD çifte vatandaşı olan 19 yaşındaki Furkan Doğan, üst güvertenin ortasında, elindeki küçük video kamera ile çekim yaparken ilk olarak gerçek kurşunla vurulmuştur. Furkan yüzünden, kafasından, sırtından, sol bacağından ve ayağından olmak üzere toplam beş kurşun yarası almıştır. Yüzüne sıkılan ve tam sağ burnundan giren kurşun hariç Furkan, bütün yaralarını vücudunun arka kısmından almıştır. Adli tıp raporuna göre, yüzündeki yaranın etrafındaki izler çok yakın mesafeden kafasına ateş edildiğini göstermektedir. Ayrıca, kurşunun alt taraftan yukarıya doğru hareket ettiğinin anlaşılması ve kurşunun çıktığı yer, Furkan’ın yerde sırt üstü yatarken vurulduğunu ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla yerde yaralı vaziyette, savunmasız şekilde yardım bekleyen Furkan; yakın mesafeden kafasına sıkılan kurşun ile bilinçli ve vahşice öldürülmüştür. İbrahim Bilgen’in ilk önce yukarıdan, helikopterden açılan ateş sonucu vurularak yaralandığı, daha sonra yaralı şekilde yerde yatarken yanına gelen askerin bitişik nizamdan kafasına yaptığı atışla hayatını kaybettiği, otopsi raporlarından anlaşılmaktadır. Medya görevlisi Cevdet Kılıçlar, üst güvertedeki İsrail askerlerini fotoğraflamaya çalışırken, patoloji raporlarına göre, alnından, iki gözünün arasından tek bir kurşunla vurulmuş ve öldürülmüştü. Bu ölümlere ilişkin tüm rapor ve kanıtlar, İsrail askerlerinin meşru müdafaa tezlerini gülünç duruma düşürmekte ve hukuksuzluğu açıkça gözler önüne sermektedir.

İsrail’in bir diğer gerçekdışı iddiası da uluslararası sularda gemileri durdurmasının 12 Haziran 1994 tarihli denizlerdeki silahlı çatışmalarda uygulanabilecek San Remo Manüeli’ne (San Remo El Kitabı) uygun olduğudur. Öncelikle, San Remo Manüeli, Milletlerarası hukuk yönünden bağlayıcı bir belge niteliğinde değildir. Ancak, birtakım eylemlerin meşruluğu söz konusu el kitabına dayandırıldığı için konunun bu yönden de irdelenmesi gerekir. İsrail bu iddiasını söz konusu manüelin 67. maddesine dayandırmaktadır. Bu maddede abluka delmeye ait makul sebeplerin var olması, geminin durması ve uyarıya rağmen olumsuz yanıt durumunda müdahalede bulunacağı düzenlenmiştir. Uluslararası hukuk açısından ablukadan ne anlaşılması gerektiği yine San Remo Manüel’inde ve Londra Deklarasyon’unda belirtilmiştir. Bahse konu metinler gereği, bir ablukanın varlığından söz edebilmek için temel şart, öncelikle savaşan tarafların var olduğu, uluslararası nitelik taşıyan silahlı bir çatışmanın olmasıdır.

Bu yönden İsrail-Gazze sorununa baktığımızda ise uluslararası hukuk tarafından kabul edilen iki savaşan tarafın var olduğunu söylememiz mümkün değildir. Dolayısıyla İsrail’in uyguladığı abluka uluslar arası hukukun tanımlamalarına uyan bir abluka değildir. İsrail’in buradaki usulü de yine, BM Gazze Meselesi Vaka İnceleme Heyeti tarafından hazırlanmış olan Gazze raporunda (A/HRC/12/48, paragraf 1818) ; “İsrail’in ablukayla Gazze halkını kasten toplu cezalandırmaya tabi tuttuğu ve uluslararası insancıl hukukun gereği olan yükümlülüklerini ihlal ettiği” hukuksuz ve gayri insani kabul edilmiştir. Kaldı ki İsrail’in saldırısı, gemiler abluka altında olduğu iddia edilen bölgeye dahi girmemişken yapılmıştır. Bu açıklamalarımız ışığında değerlendirildiğinde, İsrail askerlerinin Mavi Marmara ve filoda yer alan diğer gemilere yapmış oldukları saldırının, hiçbir uluslararası mevzuatta yeri olmayan keyfi bir deniz korsanlığı şeklinde tezahür ettiği görülecektir.

ORSAM: Bu kapsamda 6 Kasım 2012 tarihinde İstanbul Çağlayan’da görülmeye başlanacak olan davaya gelecek olursak; Çağlayan’da görülecek davanın tarafları kimlerdir?

Av. Burak Turan: Dava kamu adına açılmış bir dava olup yaralılar dahil olmak üzere, saldırıda mağdur olanlar, şehit yakınları ve farklı gerekçelerle şikayetçi olanların yer aldığı toplamda 490 kişi müşteki mağdur olarak yer alıyor. Ayrıca, suçtan zarar gören Sivil Toplum Kuruluşu adına temsilciler ve İnsan Hakları Örgütlerinin de davaya müdahil olacakları ve böylece bu sayının daha da artacağı bekleniyor. İsrail Genelkurmay Başkanı Rau Gabiel Ashkenazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Maron, Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu Avishay Levi ve İsrail İstihbarat Başkanı Amos Yadlin ise firari sanık olarak yargılanıyorlar. Diğer sorumlu asker veya sivil kişiler hakkında soruşturma halen devam ediyor ve bu sorumluların kimlik bilgilerinin tespit edilmesi bekleniyor.

ORSAM: Davanın müştekilerinin talepleri nedir?

Av. Burak Turan: Ceza davasında katılacak olan müşteki-mağdurların her biri, bu saldırıda emri veren devlet yetkilileri ve üst düzey komutanlar başta olmak üzere, saldırıya bizzat katılan askerlerin de dahil olduğu tüm faillerin tespit edilmesini, iddianamede ve BM İnsan Hakları Konseyi raporunda sayılmış olan her bir suç için ayrı ayrı cezalandırılmalarını talep etmektedir.

ORSAM: İsrail hangi suçlardan dolayı yargılanıyor?

Av. Burak Turan: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, 2010/23967 soruşturma numaralı dosya üzerinden hazırlanan iddianamede, Mavi Marmara saldırısının faillerinin, kasten adam öldürmek, kasten adam öldürmeye teşebbüs, nitelikli kasten yaralama, kasten yaralama, nitelikli yağma, deniz, demiryolu veya havayolu ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma, nitelikli mala zarar verme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve eziyet suçlarını azmettirme suçlarından dolayı her bir mağdur için ayrı ayrı, toplamda binlerce yıla mahkum edilmek üzere cezalandırılmaları talep edilmiştir. İsrail ordusunun üst düzey komutanları, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2012/264 E. sayılı dosyasında, saldırı emrini vererek bu suçları azmettirdikleri gerekçesiyle yargılanmaktadırlar.

ORSAM: İsrail askeri personelinin Türkiye’de açılan bir davada yargılanması mümkün müdür?

Av. Burak Turan: 5237 s. Türk Ceza Kanunu’nda yer alan mülkilik ilkesi (yer bakımından uygulama/TCK. md.8) gereği, Türkiye’de işlenen suçlar hakkında Türk kanunları uygulanır. Suç şayet açık denizde ve bunun üzerindeki hava sahasında, Türk deniz ve hava araçlarında işlenirse suç Türkiye’de işlenmiş sayılır. Dolayısıyla, Mavi Marmara saldırısı uluslararası sularda, bir Türk gemisine yapıldığından, sanki Türkiye’de yapılmış gibi işlem görür ve bu nedenle Türk Mahkemelerinde cezai yargılama yapılması zorunluluğu vardır. Bu nedenle, İsrail askeri personelinin Türk Ceza Mahkemeleri önünde yargılanması yürürlükteki mevzuat gereği bir zorunluluktur.

Kaldı ki, 5237 s. Türk Ceza Kanunu’nun 13. maddesinde sayılan suçlar bakımından bir vatandaşın ya da yabancının yabancı bir ülkede işlediği suçun yargılanmasında dahi Türk hukuku uygulanır. Bu madde de sayılı suçlardan biri de maddenin (i) bendinde yer alan “Deniz, demiryolu veya havayolu ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması” suçudur. Bu suç, TCK m. 223’te düzenlenmiştir. Bu düzenleme kapsamında da bahse konu olay, açık denizde, İsrail Devleti’nin korsanlık faaliyeti sonucu bir Türk gemisinin zorla kaçırılması ve alıkonulması şeklinde cereyan ettiğinden, “evrensel yargı ilkesi” gereği Türk hukuku hükümlerine tabidir. Bu ilke dolayısıyla, gemi katılımcısı olan Yabancı vatandaşlar da, kendi ülkelerinde olaya ilişkin suç duyurusunda bulunamasalar dahi, Türkiye’de açılmış olan bu davaya müdahil olabileceklerdir.

ORSAM: Bu davaların uygulanacak usul ve sonuçları açısından önemi nedir?

Av. Burak Turan: İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ceza davasında, ilk olarak, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı kanalıyla Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Müdürlüğü vasıtasıyla, İsrailli generallere tebligatlar gönderilmiş ve kendileri bu davanın 6 Kasım 2012’de yapılacak duruşmalarına çağrılmışlardır. İsrail’den yapılan açıklamalar değerlendirildiğinde, generallerin bu duruşmalara katılmayacakları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bir sonraki aşamada, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinden bu sanıklar hakkında yakalama kararları çıkması beklenmektedir. Çıkacak bu kararlar, “Suçluların İadesi” hükümleri gereği İsrail açısından da bağlayıcılık arz edecektir. “Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi (SİDAS- Avrupa Konseyi Sözleşme No. 24)” ne hem Türkiye hem de İsrail taraftır. Bu bağlamda Türkiye’de bu sanıklar hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararları ya da yakalama kararları olması halinde sözleşme gereği, İsrail’in iadeleri yapması gerekecektir.

Ayrıca, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinden verilecek kesinleşmiş mahkumiyet kararlarının ya da öncesinde çıkacak yakalama kararlarının ifası için İnterpol’ün Türkiye birimi vasıtasıyla İnterpol Genel Sekreterliğinden (Uluslararası Polis Örgütü) kırmızı bültenle arama kararı çıkartılması talep edilebilecektir. Bunların gerçekleşmesi halinde de İsrail’in bu failleri teslimi gerekecektir.

Henüz bu aşamalara gelinmemiş olmasına rağmen, ismi ceza davasında geçen bu komutanların İsrail dışında bir ülkeye çıkmaları halinde, o ülke savcılıklarına yapılacak bir başvuru ile yukarıda belirttiğimiz gerekçelerle tutuklanmaları ve Türkiye’ye iadeleri söz konusu olacaktır.

ORSAM: Bu dava Mavi Marmara ile ilgili tek dava mıdır? Eğer öyle değilse, başka hangi aşamalarda Mavi Marmara ile ilgili dava ve başvurular mevcuttur? İsrail Devleti’ne, son günlerde yine Türkiye’de tazminat davaları açıldı mı? Bu davaların hukuki mahiyeti nedir? İsrail’den ne kadar tazminat talep edilecektir? Bu kararların icrası mümkün olacak mıdır?

Av. Burak Turan: İsrail’den tazminat istenmesi meselesi, 4 komutan hakkında açılmış olan ve 6 Kasım 2012’de duruşması yapılacak davadan teknik olarak bağımsız bir hukuk sürecidir. İsrail askerleri tarafından saldırıda işlenen bütün suçlar aynı zamanda, özel hukuk anlamında mağdurlara karşı işlenen birer haksız fiildir. Dolayısıyla 6098 s. Türk Borçlar Kanunu madde 49’da yer alan “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.” şeklinde düzenlenmiş hüküm gereği, operasyonda emri veren, yöneten ve bizzat katılan tüm İsrail yetkilileri ve askerlerinin yaşanan ağır hukuksuzluklar ve insan hakları ihlalleri nedeniyle cezai sorumluluklarının olmasının yanında, İsrail Devletinin tüm bu yaşanılanlarda Devlet kamu tüzel kişiliğinin gereği olarak tazminat sorumluluğu da vardır. İsrail Devleti, personelinin tüm işlemlerinden bu noktada sorumludur.

Bu sebeplerle tüm mağdurlar ayrı ayrı, el konulan ve iade edilmeyen tüm eşyaları, yaralanma ve alıkonma nedeniyle uğranılan iş gücü kaybından doğan zararları, ölümler nedeniyle yakınları için destekten yoksun kalma tazminatı ve yaşanan kötü muamele, hakaret ve eziyetler nedeniyle uğranılan manevi zararları için Türk Mahkemelerinde tazminat davası açacaklardır. Tazminat miktarları her bir mağdurun saldırıdan maddi ve manevi olarak etkilenme derecesine göre farklılıklar gösterecektir. Başlangıç için İstanbul ve Kayseri’de açılan toplam 40 davada, İsrail’den istenen yaklaşık tazminat miktarı 15.000.000 TL’dir. Bu noktada alınacak kararlar, İsrail Devleti’nin Türkiye’de tespit edilecek menkul ve gayrimenkul malları ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile yapılan bir ikili anlaşma neticesinde doğmuş ya da doğacak olan herhangi bir hak ediş ücreti üzerinden tahsil edilebilecektir.

Ekim 2012 itibariyle açılmaya başlanan maddi ve manevi tazminat davaları, Türkiye’nin filoda katılımcı bulunan her ilinde açılmaya devam edilecek ve böylelikle İsrail Devleti’nin Mavi Marmara saldırısındaki haksızlığı, mümkün olan her platformdan alınacak kararlar ile tescillenecektir.

ORSAM: Uluslararası alanda devam eden süreçler hakkında bilgi verebilir misiniz?

Av. Burak Turan: Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi-Uluslararası Vaka İnceleme Heyeti’nce olayın hemen ardından yapılan inceleme ve soruşturmalar neticesinde bir rapor hazırlanmıştır. 27.09.2010 tarihli A/HRC/15/21 sayılı raporun sonuç kısmında;

“(261) Heyet, 31 Mayıs 2010 günü Gazze’de insani bir kriz olduğu yolunda kesin bir hükme varmıştır. Güvenilir kaynaklardan temin edilen o kadar çok delil vardır ki, aksi bir neticeye varmak mümkün değildir. Bu krizi inkâr etmenin rasyonel bir zemini de yoktur. Dolayısıyla buradan çıkarılacak sonuçlardan biri, Gazze’deki abluka uygulamasının kanunsuz ve hukuk açısından sürdürülemez olduğudur.

(262)……İsrail Savunma Kuvvetlerinin Mavi Marmara’ya yapmış olduğu müdahalenin -şartları sebebiyle ve müdahale açık denizde yapıldığından- hukuksuz olduğu aşikardır.

(263)… Gazze’nin sivil halkının toptan cezalandırılması anlamına gelen eylemler, her halükarda kanunsuzdur.

(264) İsrail askerlerinin ve İsrailli diğer yetkililerin filo yolcularına davranış biçimleri durumla orantısız olmakla kalmamış, aynı zamanda tamamen gereksiz ve inanılmayacak ölçüde şiddet içermiş, kabul edilemez düzeyde bir gaddarlık sergilenmiştir. Bu tür bir muamele biçiminin güvenlik gerekçesiyle ya da başka bir gerekçeyle meşrulaştırılması veya savunulması mümkün değildir. Bu davranışlar, insan hakları hukukunu ve uluslararası insancıl hukuku ciddi şekilde ihlal etmiştir.

(266) Heyet, hukuk dışı yollarla el konulan malların hala iade edilmemiş olmasını devam eden başka bir suç olarak görmekte ve İsrail’e bu malları sahiplerine iade etmesi çağrısında bulunmaktadır.” şeklinde kesin ve net olarak olayın haksız ve hukuksuz olduğu ifade edilmiştir.

Ayrıca, BM İnsan Hakları Konseyi, 17 Haziran 2011 tarihinde “Raporun takip edilmesi ve gereğinin yapılması” konusunda karar almak için bir oturum düzenlemiştir. Bu oturumda yapılan oylama; 36 Kabul, 1 Red (Oyun sahibi ABD) ve 8 Çekimser oy ile sonuçlanmış ve Mavi Marmara saldırısındaki hukuksuzluk ve ağır insan hakları ihlalleri nedeniyle, İsrail Devleti’nin açıkça kınanması ve somut yaptırımlar uygulanması yönünde bir görüş birliği oluşmuştur.
Ayrıca, Mavi Marmara ile ilgili olarak Türkiye’de devam eden ulusal ceza davasının yanında, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (ICC) yapılmış bir başvuru bulunmaktadır. Burada da halihazırda, ICC savcıları tarafından yürütülen bir soruşturma mevcuttur.

Bunun yanında, İspanya, Belçika, Güney Afrika ve Kuveyt gibi ülkelerde gemi katılımcılarının kendi adalet mercilerine yapmış oldukları suç duyuruları nedeniyle, bu ülke savcılıkları, Türkiye’de süren ceza davasından alınacak sonuçları beklemektedirler. Bu çerçevede, bu ülke adli mercilerinden de 6 Kasım 2012’deki duruşmaya gözlemci olarak katılacak olan yetkililer bulunmaktadır.

TOP SECRET : DHS-FBI Bulletin: Indicators of Suspicious Behaviors at Hotels


DHS-FBI Bulletin …. Indicators of Suspicious Behaviors at Hotels.pdf

TOP SECRET : DHS-FBI Suspicious Activity Reporting Bulletin: Misrepresentation


DHS-FBI Suspicious Activity Reporting Bulletin … Misrepresentation.pdf

Birleşmiş Milletler Mavi Marmara Raporu


Birlemi Milletler Mavi Marmara Raporu.pdf

Mavi Marmara Davası 6 Kasım’da


Mavi Marmara, Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu. İki ülke arasında onarılması güç derin yaralar oluştu. İsrail’de Türkiye ile ilişkilerin gerilmesinden beslenen ve halkı korku tünelleri ile yönetmeye çalışan siyasi partiler olduğu gibi Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeniden normalleşmesini gönülden isteyen siyasi partiler ve aydınlar da bulunuyor. İyi niyetli İsrail aydınlarını bile çaresizlik içinde bırakan mevcut sistemin çarkları, İsrail’in bulunduğu Ortadoğu coğrafyasından sürekli olarak soyutlanmış olarak yaşamasına hizmet etmektedir. Batı’da Yahudi cemaatine karşı duyduğu sonsuz suçluluk duygusunu İsrail’e şartsız ve koşulsuz tam destek vermekle atmaya çalışır.

Avivi’nin Sonucu Belli Olan İyi Niyet Girişimleri

İsrail’in eski Ankara Büyükelçisi ve İsrail Dışişleri Bakanlığı Siyasi Direktörü Pinhas Avivi bürokratik kimliği dışında da iki ülke arasındaki buzların erimesini samimi olarak isteyen bir aydındır. Bu nedenle Avivi, Türkiye ile İsrail arasında görüşmelere başlanması çağrısında bulundu. Ancak, Avivi’nin Ankara’ya yönelik önkoşulsuz görüşelim çağrısından önce kendi hükümetini özür için ikna etmesi daha doğru adım olacaktır. Avivi, açık hukuk ihlali oluşturan söz konusu saldırının ne bugün ne de yarın hiçbir Ankara hükümeti tarafından sineye çekilemeyeceğini biliyordur. Nitekim, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal, Türkiye’nin taleplerinin sürdüğünü belirterek, İsrail yönetiminin basın aracılığıyla gönderdiği sempatik mesajlar ile sorunun çözülemeyeceğini dile getirmiştir.

O zaman İsrail özür dilemekten neden çekiniyor? Özür dilemek yerine ilişkilerin onarılmasını Ankara’ya bırakıyor? Acaba, özür dilenmesi sonrası tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması gibi farklı gerekçeler de öne sürebilecek olan Ankara’nın olumlu bir adım atmayacağından mı endişeleniyor? Türkiye, Mavi Marmara olayının ardından İsrail ile diplomatik ilişkilerini ikinci katip seviyesine indirmişti. Ankara, ilişkilerin normalleşmesi için İsrail’in özür dilemesini, tazminat ödemesini ve Gazze’deki ablukayı kaldırması şartını ileri sürmüştü.

İsrail’in endişelerine gerek yok. Suçu işleyen suçun onarılmasına yönelmelidir.

Mavi Marmara Davası

Avivi ile Mavi Marmara yeniden gündeme geldi. Ancak, Mavi Marmara, davasının ilk duruşması ile zaten gündeme gelecekti. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım taşıyan Gazze Özgürlük Filosu ve Mavi Marmara gemisine yönelik İsrail askerlerince düzenlenen saldırıda 9 kişi (Cevdet Kılıçlar, Furkan Doğan, Cevdet Kılıçlar, İbrahim Bilgen, Necdet Yıldırım, Fahri Yaldız, Ali Haydar Bengi, Cengiz Akyüz, Çetin Topçuoğlu ve Cengiz Songür) hayatını kaybetmişti. 50’den fazlası yaralanmış ve dünya ile iletişim yasadışı olarak kesilerek gazeteciler dâhil tüm yolcular İsrail tarafından hapsedilmişti.

Gazze Özgürlük Filosu’na yapılan saldırı hakkında Türkiye’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma ile 28 Mayıs 2012 tarihi itibariyle İstanbul 7.Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2012/264 esas numarası ile dava açılmıştı. Böylece, olay tarihinde İsrail Genelkurmay Başkanı olan Rau Aluf Gabiel Ashknazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Marom, İstihbarat Başkanı Amos Yadlin ve Hava Kuvvetleri Komutanı Avishay Levi’nin “firari sanık” olarak yargılanacağı davanın ilk duruşması 6 Kasım 2012’de 09.30’da İstanbul-Çağlayan’da başlayacak ve aralıklı olarak 3 gün devam edecek. Dosyayı yürüten savcı iddianamenin sanıklarını şimdilik operasyon planını yapan ve uygulayan İsrail askeri üst kadrosu ile sınırlı tutmuştu. Bilgiler tamamlandıkça diğer sivil-asker tüm sorumlular tek tek yargı önüne çıkmaya davet edilecek. Türk Ceza Kanunu’na göre sanıklar, kasten adam öldürme, kasten adam öldürmeye teşebbüs, kasten yaralama, yağma, deniz veya demiryolu ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma, mala zarar verme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve eziyet etme suçlarından yargılanıyor.

Davada 36 ülkeden yolcu ve hayatını kaybedenlerin yakınları dâhil 490 kişi “müşteki-mağdur” olarak yer alacak. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edilen davanın tensip tutanağında İsrail Devleti ile ilgili cezai konularda uluslararası işlemlerin İngilizce dilinde yapılacağının anlaşıldığı ve evrakın İngilizce’ye tercüme edilmesi için Ankara nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi’ne talimat yazılmasına hükmedildiği belirtilmişti. Tercüme edilen evrakın daha sonra İsrail yetkili adli makamlarına gönderilmek üzere Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü’ne gönderilmesi kararlaştırıldı.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi saldırı sırasında ve sonrasında kasten adam öldürmek, işkence, insanlık dışı muamele etmek, kasten azap vermek, beden bütünlüğünü veya insan sağlığını vahim şekilde ihlal etmek, keyfî tutuklama ve gözaltı, ifade hürriyetinin kısıtlanması, malların gasp edilmesi ve benzeri ağır suçların işlendiğini, insan hakları ve uluslararası hukukun ihlal edildiğini tespit edilmişti. Bu saldırı ile alakalı olarak ulusal (Türkiye, ABD, İspanya, Belçika, İtalya gibi) ve uluslararası (Uluslararası Ceza Mahkemesi, BM İnsan Hakları Konseyi) birçok hukuk zemininde çalışmalar gerçekleştirilmişti.

İHH

Gazze’ye Özgürlük Filosu ve Mavi Marmara organizatörü İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı)davayı tıpkı Mavi Marmara gemisinde buluşan topluluk gibi farklı dini, etnik, kültürel kimliğe sahip insanlık ailesinin ortak davası şeklinde tanımlıyor. İHH, davaya yüzlerce avukatın müdahil olması için çalışmalar da yürütüyor. İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan yapılan çağrıda “İşlenen suç sadece bu yolculara karşı değil o gemide temsilini bulan dünyanın ortak vicdanına karşı yani vicdan sahibi tüm insanlara, halklara karşı işlenmiş bir suçtur. İsrailli sorumlular insanlığın hukukunu çiğnemiştir. Adaletin gereği olarak da sorumlular dünya kamuoyunun önünde adil yargılanma ortamında yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Bu nedenlerle insanlığın ortak davası olan Mavi Marmara Davası’nı medyanın kapsamlı bir şekilde takip ederek Türkiye ve dünya kamuoyunun haberdar edilmesini çok önemsiyoruz. Saldırıda hayatını kaybeden gazeteci kardeşimiz Cevdet Kılıçlar diğer insani yardım gönüllüleri ve yaklaşık 2,5 yıldır komada olan Uğur Süleyman Söylemez için 37 ülkeden gelecek olan tüm gemi yolcularına duruşma esnasında kamuoyumuzun desteğini talep ediyoruz” denildi.

Mavi Marmara, Müslümanlar ile Yahudilerin Yeniden Yakınlaşmasını Sağlayabilir mi?

Müslümanlar tarafından (Halifeler dönemi, Selçuklu ve Osmanlı Devleti) fethedilen ülke ve şehirlere Müslümanlardan önce Yahudiler yerleştiriliyordu. Haçlı ordularına karşı Müslümanlar ve Yahudiler birlikte direndiler. İspanya’da Müslümanlarla Yahudiler aynı kaderi paylaştılar. Zorla çıkartılan Yahudilere Osmanlı Devleti sahiplendi. Nazi Almanyası’ndan kaçan Alman Yahudisi aydınlara da Türkiye ev sahipliği yaptı. İslam ülkelerinde Müslümanlar ve Yahudiler birlikte yaşadılar. İslamın doğuşundan itibaren Müslümanlar ve Yahudiler kardeşçe yaşarken 20. yüzyılda neden bin yılı aşkın ittifak bozuldu? Antisemitizm İslam geleneğinde bulunmazken son on yıllarda karşılıklı düşmanlığa neden dönüştü? Sadece, İsrail’in kurulması veya İsrail’in işgali ile Müslüman-Yahudi ittifakının bozulmasını açıklayabilir miyiz? Yoksa, bu ittifak bilinçli bir şekilde farklı güçlerce mi parçalandı?

Mavi Marmara, Türkiye-İsrail ve Müslümanlar ile Yahudiler arasında ilişkilerin daha da gerilmesine neden olmuştu. Acaba bu olay iki büyük din arasındaki ilişkilerin daha fazla bozulması yerine bozulmanın durduğu nokta haline gelebilir mi? Hz. Mevlana, “Karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır.” der. Mavi Marmara olayı, karanlığın en koyu olduğu zaman olsun.

Faiz Dersi


Faiz nedir?

Piyasa açısından bakarsak faizi, tasarruf sahibinin, tasarrufunu, ihtiyacı olana belirli süre için kullandırmasının karşılığı olarak aldığı bedel olarak tanımlayabiliriz. Ekonomi bilimi açısından faiz iki farklı biçimde tanımlanır: (1) Bir borç anlaşmasının satışı sonrasında elde edilen getiri miktarı, (2) Üretim amaçlı olarak kullanılan sermayenin getiri oranı.

Piyasa faizi türleri

Bankaların belirli bir dönem için mevduat karşılığında uyguladıkları faize mevduat ya da borçlanma faizi, topladıkları mevduattan ihtiyaç sahibine verdikleri borçlara uyguladıkları faize de kredi ya da borç verme faizi deniyor.

Basit faiz

Belirli bir dönem için yatırılan mevduatın o dönem sonunda kazandığı faiz getirine basit faiz deniyor. Basit faiz getirisi şöyle bir formülle hesaplanıyor:

Basit Faiz = Anapara x Faiz Oranı x Süre

Bir yıl vade ve yüzde 8,5 (= 0,085) faiz oranıyla 10.000 TL mevduat yatırdığımızı düşünürsek basit faiz getirisi şöyle hesaplanır:

Basit Faiz Getirisi = 10.000 x 0,085 x 1 = 850 TL

Bileşik Faiz:

Geçmiş dönem faizinin de anaparaya eklenmesiyle yeni dönemde elde edilen faiz getirisine bileşik faiz deniyor.

Bileşik Faiz Getirisi = Anapara x Dönem Faizi x Dönem Sayısı

Aylık yüzde 0,8 faizle 10.000 TL mevduatı üç ay boyunca faizini de üzerine eklemek suretiyle bankada tutarsak 3 ay sonunda bileşik faiz getirisi şöyle hesaplanır:

Bileşik Faiz Getirisi = 10.000 x 0,008 x 3 = 240 TL

Bu durumda bileşik faiz oranı da (240 / 10.000 ) = 0,024 yani yüzde 2,4’e denk gelir.

Nominal faiz

Bankaların mevduata uygulayacaklarını açıkladıkları faiz nominal faizdir. Örneğin bir banka 1 yıl vadeli mevduata yüzde 8,5 faiz vereceğini açıklamışsa bu nominal faizdir.

Net nominal faiz

Bankaların açıkladıkları nominal faizden vade sonunda gelir vergisi stopajı yapılır. Mevduat sahibinin eline geçen faiz getirisi bu kesintiden sonraki tutardır. Türkiye’de mevduat faizlerine yüzde 15 oranında gelir vergisi stopajı uygulanıyor. Bir bankaya yüzde 8,5 nominal faizle bir yıllığına 10.000 TL yatıran bir kişinin net nominal faiz getirisi şöyle hesaplanacaktır:

10.000 x 0,085 = 850,00 TL

850 – (850 x 0.15) = 722,50 TL

Ya da net nominal faiz oranını hesaplamak istersek:

0,085 – (0,085 x 0,15) = 0,07225 yani yaklaşık olarak yüzde 7,3

Reel faiz

Nominal faizden enflasyonun etkisinin giderilmesi yoluyla hesaplanan faizdir. Bir anlamda dönem sonunda ele geçecek olan faizin satınalma gücündeki değişimden arındırılmasıyla hesaplanmış faiz demektir. Burada hesaba katılması gereken enflasyon oranı paranın yatırıldığı anda geçerli olan enflasyon oranı değil dönem sonunda geçerli olması beklenen enflasyon oranıdır. Buna “beklenen enflasyon” deniyor.

Reel faiz şöyle bir formülle hesaplanır:

Reel faiz = (1 + Net Nominal Faiz) / (1 + Beklenen Enflasyon) -1

Bir kişinin bankaya yüzde 8,5 (0,085) nominal faizle bir yıl vadeyle 10.000 TL yatırdığını, paranın yatırıldığı tarihte 12 aylık enflasyon oranının (TÜFE) yüzde 7,5 (0,075) olduğunu ve bir yıllık vadenin sonunda bu oranın yüzde 7 (0,07) olmasının beklendiğini düşünelim. Söz konusu yüzde 8,5 oranındaki nominal faiz oranından yüzde 15 stopajı düşersek net nominal faiz oranı yüzde 7,225 (0,07225) olarak bulunur. Bu durumda reel faiz hesabı şöyle yapılır:

Reel Faiz = (1 + 0,07225) / (1 + 0,07) – 1 = 0,0021 yani yüzde 0,21.

Genellikle piyasada hesaplama yapılırken net nominal faiz değil nominal faiz hesaba alınıyor. Bu doğru bir hesaplama değildir. Çünkü gelir vergisi olarak kesilen tutar kişinin eline geçen miktarın dışında tutulması gereken bir tutardır.

Eğer beklenen enflasyon vade sonunda beklendiği gibi yüzde 7 olarak gerçekleşmişse bu hesaplamaya göre bu kişinin eline vade sonunda yüzde 7,225 net nominal faiz hesabıyla 722,5 TL faiz geliri geçmiş görünecektir. Bu miktarın enflasyondan arındırılmış reel faize göre hesaplanmış satınalma gücü yalnızca 21 TL olacaktır.

Gerçek Getiri

Buraya kadar yaptığım hesaplamalar piyasada yapılan hesaplamalardır. Buradan itibaren piyasada yapılmayan bir hesaplamayı sizlere sunacağım. Ben bunu gerçek getiri olarak adlandırıyorum.

Bu hesap işin içine anaparada vade süresince ortaya çıkacak satınalma gücü yıpranmasını da katmaktadır. Çünkü vade boyunca bankada mevduat olarak tutulan paranın da satınalma gücü enflasyonla birlikte düşmektedir. Bu hesabı yapmazsanız reel faiz size satınalma gücünüzün nasıl geliştiğini gösteremez. Gerçek getiri hesabını şu formülü kullanarak yapabiliriz:

Gerçek Getiri = Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri + Net Nominal Faiz

Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri = (Yatırılan Para) x (1 – Enflasyon)

Ekim 2012 itibariyle bankaların yıllık mevduata verdiği nominal faiz yüzde 7,5, buna göre de stopaj sonrası net nominal faiz yüzde (7,5 – (7,5 x 0.15) = yüzde 6,4 dolayında bulunuyor, bir yıl sonrası için beklenen enflasyon oranı TCMB’nin son beklenti anketine göre yüzde 6,7. Bir kişinin 10.000 lirasını yüzde 7,5 nominal faizle (yüzde 6,4 net nominal faizle) ve bir yıl vadeyle bankaya yatırdığını düşünelim ve buna göre yukarıda sözünü ettiğim gerçek getiriyi hesaplayalım.

Yatırılan Paranın Vade Sonundaki Satınalma Gücü Değeri = (10.000) x ( 1- 0.067) = 9.330 TL

Net Nominal Faiz Getirisi = 10.000 x 0,064 = 640 TL

Gerçek Getiri = 9.330 + 640 = 9.970 TL

Bu kişinin, reel faiz hesabıyla bakıldığında küçük de olsa bir faiz getirisi elde etmiş gibi göründüğü, buna karşılık gerçek getiri hesabı yapıldığında aslında bir yılın sonunda toplamda – 30 TL’lik reel satınalma gücü kaybına uğramış olduğu ortaya çıkıyor.

Herkesin böyle sofistike hesaplar yapmadığını varsaysak bile insanların bu durumu hissettiklerini düşünüyorum. Aksi takdirde Türkiye’de tasarrufların GSYH’ya oranının son on yılda yaklaşık on puanlık bir gerileme göstermesini açıklayacak fazla argümanımız olmazdı.

ABD – SAMS (İLERİ HARP SANATI ÇALIŞMALARI KOLEJİ) TASAM BEYİN FIRTINASI -2


ABD – SAMS (LER HARP SANATI ALIMALARI KOLEJ) TASAM BEYN FIRTINASI-2.pdf

Saygı Öztürk: Başbakan’ın talimatı: Daha sert davranın


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yapacağını yaptı ve 37 legal kuruluşu “yasadışı terör örgütü” olarak niteledi. Aslında o günün bilinmeyen bazı gerçekleri de var. Kutlamayı düzenleyenler polis tarafından alınıp götürülebileceklerini, nezarette tutulacaklarını dikkate almış; rahatsızlıkları olanlar yanlarına ilaçlarını, giyeceklerini de almışlardı.

Muğla’dan Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getirilen Kadir Ay, bayram sabahı saat 05.00’te binlerce polisi görevlendirmişti. Ulus’tan Anıtkabir’e yürümek isteyenleri tazyikli su ve biber gazıyla durdurmak isteyen polisin barikatı yıkıldı.

Yürüyüş başlayınca “Başbakan barikatların kaldırılmasına izin verdi” iddiası ortaya atıldı. Başbakan’ın “Barikatı kaldırın” emri kesinlikle olmadı. Cumhurbaşkanı’nın da “Barikatı kaldırın” emri olamaz. Olan, halkın barikatları yıkmasından başka bir şey değildi.

Bayrakla Anıtkabir’e gitmeyi engellemek ne kadar üzücü bir durumsa, aralarında Emniyet Müdür Yardımcısı Mahmut Azmaz’ın da bulunduğu 10 polisin ve bazı vatandaşlarımızın yaralanması da o kadar üzücüydü.

“Yasaklanan yürüyüş” Başbakan’a rağmen yapılınca, ilin asayiş ve güvenliğinden sorumlu Ankara Valisi Alaattin Yüksel ve Emniyet Müdürü Kadir Ay’ın zor durumda kaldığı Başbakan’ın “Polis görevini yapmamıştır, yapamamıştır” sözleriyle ortadadır. Başbakan’ın sözleri, bundan böyle polisin daha sert davranacağının da işareti oldu.

Gaz yiyenler, Köşk’te

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetine önce “unutulan” sonra ilave edilenler arasında Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Başkanı Masum Türker ve Genel Sekreter Hasan Erçelebi de vardı. Onları, Ulus’ta görmüştüm. Masum Bey, “Çok gaz yedim ama fazla etkilenmedim” diyor ve bunun sırrını da “Biber gazı sıkılınca yüzünüzü yıkamanın yanında en çok yapmanız gereken sık sık burnunuzu silmek olmalıdır” sözleriyle açıklıyor.

Masum Türker bunları anlatırken hemen önümüzde “Asrın bağış yolsuzluğu”ndan yargılamasına başlanacak kişinin, Cumhurbaşkanı’nın eşinin elini sıkmadan geçişine, o kişinin eşinin de Cumhurbaşkanı’nın elini sıkmadan, sadece Bayan Gül’ün elini sıkıp yürüdüğüne tanık oluyoruz.

“Toplum Yararına Çalışma Programı” kapsamında Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ve Suruç ilçelerinde işe alımların kur’a ile değil AKP il ve ilçe teşkilatının onayladığı listelerdeki kişiler olduğunu bu köşede açıklamıştık. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’i görünce sordum. Bakan, “Suruç ve Ceylanpınar’da işe alımları iptal ettim. Valiye, iş başvurusunda bulunanlardan kur’a ile alımların yapılması talimatını verdim” dedi. Dileriz, benzer haksızlıklar devletin başka kurumlarında da yapılmaz.

Adalet Bakanı: Niyet önemli

66 cezaevinde 667 PKK’lı tutuklu ve hükümlünün açlık grevi devam ediyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in tek başına açlık grevini bitirmesi mümkün değil. Çünkü, açlık grevlerinin nedeni cezaevi koşulları değil PKK’lıların siyasi taleplerinden kaynaklanıyor.

Açlık grevlerinin bitirilmesi konusunda Bakan Ergin, “Karşı tarafın niyeti önemli. Niyet iyi olursa çözülmesi de kolay olur” görüşünde. Şu anda, açlık grevlerine müdahale pek düşünülmüyor. AKP Milletvekili Nabi Avcı’ya göre “müdahale hakkı” doğdu. Avcı, sohbetimizde açlık grevinde bulunanların “canlı kalkan” olarak kullanıldığına dikkat çekiyor.

Başbakan “Ne açlık grevi, onlar yiyip-içiyorlar” diyor. Cumhurbaşkanı, “Grev ciddi konu, bir an önce sonuçlanmalıdır” diyor. Yani, Cumhurbaşkanı ile Başbakan yine farklı düşünüyor, farklı konuşuyorlar.

Köşk davetine katılanlar arasında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Milletvekilleri Sırrı Sakık, Ahmet Türk, Hasip Kaplan da bulunuyordu. Resepsiyonda garsonlar Gölbaşı Otelcilik Okulu öğrencileriydi. Onların ikram ettikleri leziz yiyecekler, tatlılar eşliğinde açlık grevleri konuşuluyordu. Ortak kanı: İstenilenlerin yerine getirilmesi ise çok zor hatta imkansız…

Bahçeli: İyi gözükmüyor

CHP milletvekillerinin katılmadığı Köşk davetine, MHP’liler büyük ilgi gösterdi. Genel Başkan Devlet Bahçeli, milletvekilleri Mehmet Şandır, Faruk Bal, Lütfü Türkkan, Oktay Öztürk, Ruhsar Demirel, İsmet Büyükataman ve Haluk Ayan da, Bahçeli’yi yalnız bırakmadılar.

Bahçeli’ye, “Türkiye’nin gidişatı nasıl?” diye sorduğumda “İyi gözükmüyor. Her gündemi kaosa, krize dönüştürme çabası var” diyor. Söz kutlamalara geldiğinde şunları söylüyor:

“Köşk davetine CHP Genel Başkanı da katılmalıydı. Cumhuriyet, hepimizin cumhuriyetidir. Törenlere gölge düşürülmemeliydi. Anıtkabir yürüyüşünü yakından takip etmedik. Ancak yürüyüş yapmak isteyenlere karşı hoşgörülü olunmalıydı.”

4 Kasım’da MHP kongresi var. Çok adaylı MHP cephesinin hayli hareketli olduğunu belirtelim. Adayların birbirlerini “cemaatçilikle”, “AKP ile işbirliği yapmakla” suçlaması da artık olağan hale geldi.

Evet, Cumhuriyet’in 89. Yıldönümü’nde AKP açısından “ilk”ler yaşandı. Bakalım 90. yılında neler göreceğiz…

SÖZCÜ

Sözcü Tokmak: Anlamsız yasağı halk yıktı!


“Cumhuriyet Yürüyüşü” nde çıkan tatsız olayların sorumlusu kimdir?

Uzakta aramaya gerek yok! Bu sorumlu, bizzat “Ülkenin Başbakanı” dır! Çünkü tüm icra yetkisi ondadır ve hiçbir vali onun izni olmadan, Cumhuriyet Bayramı gibi çok önemli bir günde böyle yasak kararı alamaz!

Polis, aldığı emir gereği panzerlerle yolları keserek Anıtkabir’e akan insan selini durdurmaya çalışmış ama daha sonra barikatları kaldırmak zorunda kalmıştır.

Anlamsız yasağı, halkın anlamlı çabası yıkmıştır!

Başbakan buna fena halde içerlemiş, barikatların kaldırılması emrini kendisinin vermediğini söyleyerek “Polis vazifesini yapmadı” sözleriyle kızgınlığını belirtmiştir.

Demek ki polis, yurtsever halka daha sert davransa, daha fazla tazyikli su ve biber gazı kullanarak zulmün dozunu artırsa görevini yapmış olacaktı! Öyle mi?

Başbakan’a yaranamayan polis müdürü yakında görevinden alınırsa hiç şaşırmamak gerekir.

Başbakan’ın kızmadığı yok! Halka “Neden sen sokaklara döküldün?” diye bağırdı, Kılıçdaroğlu’na “Ulus’ta Türk Bayrağı açmak kolay. Hakkâri’de neden bayrakla dolaşmadın?” diye çattı, “Biz Türkiye’yi 2071’e hazırlamanın hayallerini kuruyoruz. Bunlar ise Türkiye’yi 89 yıl öncesine götürmenin özlemi içindeler” diye söylendi.

İşin doğrusu; Zor dostum zor! Yasaklarla bir yere varılmaz!

Bu kafa ile 2071’e (Malazgirt Zaferi’ nin 1000’inci yılına) ulaşmak çok zor!

SÖZCÜ

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!