Temelleri 1992 yılına kadar uzanmakla beraber İHH, Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine İsrail’in düzenlediği saldırı neticesinde Türkiye ve dünya kamuoyu tarafından daha yakından takip edilmeye başlandı. Dernek diğer ülkelerden sivil toplum kuruluşları ile beraber bu yılın Haziran ayında Gazze’ye yeni bir yardım filosu göndermeyi planlamaktadır. İHH, daha çok Gazze’ye yönelik faaliyetleri ile gündeme gelse dünyanın birçok bölgesinde faaliyetlerini sürdürüyor. Bu faaliyetlerin son ayaklarından birini Libya oluşturuyor. Derneğin Ankara Sorumlusu Hanefi Sinan; derneğin faaliyetleri, Mavi Marmara olayı sürecinde yaşananlar, Libya’daki Türkiye algısı gibi konularda değerli bilgilerini ORSAM’la paylaştı.
ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?
Hanefi SİNAN: İsmim Hanefi Sinan. Mühendisim ancak uzun senelerdir insan hakları ve insani yardım alanlarında çalışıyorum. Bu çalışmaları amatör bir ruh ve zihniyetle yapmak için gayret sarf ediyorum. İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı (İHH)’da aktif gönüllü, İHH-ANKARA (İnsan Hakları ve Hizmet Derneği)’da yönetici olarak ve farklı kurumlarda insan hakları çerçeveli çalışmaların içinde bulunmaktayım. Mavi Marmara olayından dolayı birçok insan İHH’yı yeni kurulan bir kurum olarak düşünmektedir. Fakat İHH 1992 yılında Bosna Savaşı ile gündeme gelen bir kurumun devamı niteliğindedir. Bosna’daki mazlum Müslüman halkın Sırplar tarafından katledilmeye başlaması döneminde biz de bir hareket olarak başladık ve 1995 yılında kurumsallaştık. O yıldan bugüne kadar mazlum coğrafyalarda hem savaşlardan mağdur olan hem de doğal afetlerle yüzleşen toplumlara yardım etmek için gayret gösteriyoruz. Bu yardımları sadece fiziki yardımlar olarak sınıflandırmamak gerekiyor.
Yardımlarımız aynı zaman da insan hakları eksenlidir. Çünkü taşıma suyla değirmen dönmez. Kalıcı, adil ve insan hakları eksenli kurumlar oluşturulmadığı sürece mazlum bölgeler çoğalmakta ve renk değiştirmektedir. Bu sıkıntıları bazen sempozyumlarla bazen ulusal ve uluslararası kurum/kuruluşları bir araya getirerek duyurmaya çalıştık. Bunların yanı sıra Mavi Marmara tarzında, mevcut Siyonist düşüncenin Filistin üzerindeki işgalini ve baskılarını uluslararası zihnin gündemine taşımak için farklı yollar denedik. Bunlardan biri de Deniz Filosu idi. Bu spontane gelişmiş bir şey değildir. Az önce bahsettiğim sempozyumlar, kamuoyuyla kurulan bağlantılar sonucunda bölge insanının mağduriyetini daha çok somut hale getirmek için üretilen bir proje idi. Buna bir diğer örnek Aralık 2009 yılında yapılan araç konvoyu idi. Bu konvoy sadece bizim yaptığımız bir şey değildi. Uluslararası kuruluşlar, vicdan sahibi topluluklar, o bölgenin sivil toplum kuruluşları hatta siyasetçiler destek olmuştu. Bu organizasyon Avrupa’dan Türkiye’ye geldi. Türkiye’den Suriye’ye oradan da Ortadoğu Kuzey Afrika ve Uzak Doğu katılımcılarını da alarakÜrdün’e geçildi. Ürdün’den de Akabe Körfezi’nden Sina’ya çıkıp Gazze’ye geçilmesi planlanıyordu. Fakat o dönemin Mısır yönetimi Sina’ya çıkmamıza müsaade etmedi. Uzun süre mücadele ettik. Sonra geri döndük. Suriye’nin Lazkiye limanından araçları feribota bindirdik. Malzemelerin ve yolcuların bir bölümünü gemi yoluyla taşıdık. Ariş’te bir araya gelindi.
Ariş’te Mısır polisinin ciddi ajitasyonu ile karşılaştık. Bu refleks Mısır halkına rağmen gösterildi. Yanımızda canlı yayın aracımız vardı ve bu sayede dünya kamuoyu yaşananları canlı izledi ve bize yapılan saldırılar durduruldu. Fakat birçok arkadaşımız yaralandı. 400 araçlık bir konvoydu. Ambulanslar, kamyonetler, arazi araçları vardı. Aktivistler de bu araçların içinde seyahat ediyordu. Gidilen yerlerde otellerde kalınmıyordu. Herkes uyku tulumunu getirmişti ve spor salonlarında kalınıyordu. Bu da yapılan çalışmanın tamamen insani bir boyut içerdiğinin başka bir göstergesidir. Tüm bunlar Mavi Marmara olayından önce bizim ciddi tecrübelerden geçtiğimizi göstermektedir. Yani “birinin aklına bir şey geldi, hadi onu yapalım” durumu değildir. Mavi Marmara’yla ilgili, saldırıdan sonra oluşturulmuş Birleşmiş Milletler’in raporu var. Bu rapor, bizim uluslararası hukuki tüm standartları koruduğumuzu ve bu duruşumuzda uluslararası hukukun dışında herhangi bir tavır içerisine girmediğimizi deklare ediyor.
Bu da önceki tecrübelerimize dayanıyor. Kara konvoyunu planladığımız bir dönemde, gemi konvoyu için İHH’ya bir teklif geldi. Bu teklif, İHH İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım’ın kamuoyuyla paylaştığı gibi, 2009 yılı içerisinde merhum Necmettin Erbakan’a sunuluyor. Merhum Erbakan’da bu konuyla ilgili İHH’nın ciddi çalışmalar yaptığını ve deniz konvoyunu da İHH’nın başarabileceğini arz ediyor. Konuyu Genel Başkanımız Bülent Bey’e bildiriyor. Bu kapsamda daha önce çalışma yaptığımız aktivistlerle irtibata geçiliyor ve gemi konvoyu yavaş yavaş oluşturulmaya başlanıyor. Bu çalışmanın olgunlaşması 2010 yılında gerçekleşirken, arka planı konvoydan önce oluşmuştur. Gazze’ye konvoyla gidildiğinde, gemiyle de gidileceği söyleniyor. Bizler armatör değiliz, hayatımızda hiç gemimiz olmadı. Bu işe girdiğimizde ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu gördük. Ciddi zorluklarla karşılaştık, çok çaba sarf ettik. Sivil toplum kuruluşlarının yapacakları aktivitelerle ilgili en büyük sorunları bürokrasi sürecini aşmakmış, onu öğrendik. Bürokratik zihnin henüz sivil hareketlerle muhatap oluşunda ciddi arızalar olduğunu gördük..
Sivil bir hareketi bizden bir hareket olarak algılamıyorlar, muhalif karşılıyorlar. Mevcut engellerin daha sorunlu hale dönüşmesine katkı sağlıyorlar. Bence artık bürokrasinin de sivilleşmesi gerekiyor. Protest duruşlar zaman zaman beraberlerinde sağlıklı zeminler taşıdığı görülmektedir. Taşımasa bile kendini yeniler. Bizim en büyük sıkıntımız bu. Fakat halk bunu böyle görmüyor. “Başbakan ya da Dışişleri Bakanı mesaj verdi. Siz rahatsınız, bizim katkı sağlamamıza gerek yok” diyorlar. Ama tablo bu değil maalesef. Her gittiğimiz yerde çok ciddi setler oluşuyor.Bir de yaptığımız işler bürokrasi ile ilgili “ilkler” olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle kimse de “risk”e girmek istemiyor. Bu süreçte zorlandık. Aşmak için zaman zaman kamuoyunun desteğini aldık. Mayıs ayının sonuna doğru Mavi Marmara’yla yola çıktık. Normalde İstanbul’dan gemiye binecektik. Fakat bürokrasi nedeni ile Antalya’dan binmek zorunda kaldık. Yurtdışından gelen aktivistlerle Antalya’da buluştuk. 4-5 gün gemide kalındı. Ve Antalya’dan yola çıktık. Bir süre sonra Kıbrıs açıklarında diğer gemileri bekledik. Geminin bir tanesi arızalandı. O gemide Alman parlamenterler vardı. Gerekli limanlara bildirip Mavi Marmara’ya transferlerini yaptık. Seyahatimiz orada başlamış oldu. Mevcut sahilden 74 mile kadar açıldık. Bu mesafe uluslararası kara sularının güvenli bölgesi ve kara sahilinin çok ötesindeydi. Uluslararası hukukun emniyetli alanı ve bu alan içerisinde gerçekleştirilecek her müdahale uluslararası hukuka müdahale anlamına gelmektedir. Biz bu alanda seyrederken, sabah namazını kıldıktan sonra, saldırıya uğradık. Çok ağır bir saldırıydı. Sonrası malumunuz.
Şehit olan ve yaralanan kardeşlerimiz oldu. Sonrasında yine hukuksuz bir şekilde hapishaneye götürüldük, suçlu muamelesi gördük. BM’nin raporunda da ifade edildiği gibi bu süreçte 200’den fazla suç işlendi. Bize sorulduğunda bu rakamın çok daha fazla olduğunu göreceksiniz. Hapishane ortamında da yoğun sorunlar yaşadık. Bizimle gelenlerin bir bölümü özellikle Arap coğrafyasında bulunanlar kara yoluyla Ürdün’de sınır dışı edildi. Diğer bölümü de bizimle birlikte Tel Aviv’e getirildi. Tel Aviv’e geldiğimizde sivil havaalanının bir bölümü boşaltıldı. Sadece o bölümü kullandık. Hiçbir şey yapmıyoruz sadece dolaşıyoruz. Girişlerde ve çıkışlarda defalarca arandık. Düşünün birisini “esir” alıyorsunuz, arıyorsunuz. Daha sonrasında 30 kere daha arıyorsunuz. Geri dönerken Batılı aktivistlerin büyük bir bölümüne fiziki darp uyguladılar. “Gözün üstünde kaşın var” diye bir tabir var bizde. Onlara göre biz çok hızlı tahliye olduk. Bu nedenle intikam alma güdüleri oluştu. Batıdan gelen sivil aktivistler bizler gibi polise ve kurumsal yapılara alışkın değiller. Bizi ittikleri zaman biz “neden” demiyoruz ama onlar diyorlar. İşte o soru dayak yemelerine vesile oluyor. Bu duruma müdahale etmek isteyen arkadaşlarımızda ağır darplarla karşılaştılar. Ve havaalanında 24 arkadaşımız yaralandı. Sivil uçakla geldikten sonra hastanelere kaldırıldılar.
Yani İstanbul’da yaralı olarak hastaneye kaldırılanların tamamı havaalanında darp edilmişti. Bunlar ağır yaralı olanlar. Ufak yaralanmaları olan bazı arkadaşlarımız hastaneye gitmek istemediler. Daha sonra Türkiye’de hukuki süreç başladı. Bu hukuki sürecin hem yerel hem de Uluslararası Mahkemeler eksenli çalışmaları hızlı bir şekilde başlatıldı. Bizimle birlikte yurtdışından gelen sivil aktivistler kendi ülkelerinde de dava açtılar. Üzülerek söylüyorum hukuki sürecin en yavaş işlediği yer Türkiye. Henüz mahkeme süreci başlamadı. Mesela Fransa’da bir mahkeme açılmıştı. Bununla ilgili tedbir kararı alındı. Ve İsrail Savunma Bakanı Fransa’ya gidememişti. Orada sonuç kısa zamanda elde edilmişti. Ama Türkiye’de hala mahkeme açılmadı. Soruşturma sürecinin devam ettiği ifade ediliyor. Biz bu sürecin daha hızlı gerçekleşeceğini düşünüyorduk. Aslında BM sürecide çok yavaş ilerledi. Raporlar 2011 yılının başında açıklandı. Uluslararası hukuk henüz istenilen refleksleri göstermedi. Bu işi tersten okumak gerekmektedir. Düşünün ki Fransa’nın Amerika’nın ya da İngiltere’nin meşru bir aktivisteylemi olsun. Ve bu eyleme başka bir ülkeden müdahale edilsin. Bunun sonuçlarının bu kadar uzayacağını ve problemli bir hale dönüşebileceğini düşünebiliyor musunuz? Çok kısa zamanda müdahale edilir, tedbirler alınır, yargılamalar yapılır, tazminat davalarında “doğduklarına pişman edilir”ler.
Bizim yapmış olduğumuz bu çalışma, sadece bizim özelimizde ya da Filistin özelinde bir çalışma değil. Uluslararası normları içeren, 3. Dünya Ülkeleri’ndeki mazlum insanlara uygulanan baskıları içeren bir çalışma. Ve eğer bu ülkelere farklı elit ülkelere farklı tavırlar gösteriliyorsa ciddi sorgulamalar yapmamız gerekiyor. Mavi Marmara olayının içerisinde 36 farklı ülkeden aktivist vardı. Bu konuyu aktivistlerin geldikleri ülkelerde ve o ülkelerin ilişki içinde olduğu ülkelerde yeniden gündeme taşınmış oldu. Dünya halkları artık eskisi gibi çifte standartları göz ardı etmeyecek. Bunun da sonuna kadar arkasındayız. Bu olay istenmemesine, engellenmesine rağmen büyük yankı uyandırdı. Süreç hala devam etmekte. 15 gün önce İnsani yardım amaçlı olarak Libya’daydım. Libya halk baskı altında. Sivil toplum kuruluşları yok, siyasi partileri yok v.s. Orada bile Mavi Marmara’dan haberdarlar. Bizi de Mavi Marmara ile tanıyorlar. Gerçi bu durumdan rahatsızız. “İHH eşittir Mavi Marmara” ifadesi çok dar.
Biz 125 ülkede faaliyet gösteriyoruz. 125 ülkede ortak kurumlarımız var. Sadece bir insan grubuna gidip gıda yardımı dağıtmıyoruz. Sağlıklı projeler üretmekteyiz. Mesela Afrika’da 100.000 katarakt ameliyatı yapmayı hedefledik. Şuan 40.000’den fazla ameliyat yaptık. Bölge insanını daha üretken hale dönüştürebilmek için su kuyuları açtık. Sömürgelerin bulunduğu yerlerdeki insanlar “bir şey yapamayız” gibi stabil zihinlere sahip. İHH bu bölgelerde sivil toplum kuruluşlarının oluşmasına vesile oluyor. Aynı zamanda Türkiye’ye gelen yabancı uyruklu öğrencilere seminerler düzenliyoruz. Amacımız kendi ülkelerine döndüklerinde sivil organizasyonlar yapabilmeleri. Bu anlamda İstanbul’da okuyan Kenyalı öğrencilerimiz güzel birer örnektir. Mezun olduktan sonra Kenya’ya dönüp bir sivil toplum kuruluşu kurdular. Hem mesleklerini yapıyorlar hem de insani yardım alanında bizimle birlikte çalışıyorlar. Bu sayede oradaki insanların yapabilirlikleri ortaya çıkıyor, stabil zihinleri hareketli hale geliyor.
Bir diğer projemizde farklı ülkelerde toplamda 17.000 yetime bakıyoruz. Yetimlerin bazılarını yetimhanelerimiz de bazılarını da birinci derece yakınlarının yanında bakmaya çalışıyoruz. Bu projeyi farklı kuruluşlarla da paylaştık. Ve onların tabanlarına yayılmasına vesile olduk. Özellikle kriz bölgelerinde yetimlerle ilgili transferler oluyor. Bir bölüm misyoner çalışmalarına hizmet ediyor bir bölümü organ mafyasına. Yetim projemiz “uluslararası vahşet”in de önünde engel olabilecek bir çalışma. Bunun yanı sıra özellikle Afrika gibi bölgelerde eğitime ve üretime katkı sağlayacak projeler yapıyoruz. Tarımsal faaliyeti arttıracak ekipmanlar sağlıyoruz. Meslek edindirmeye yönelik eğitim merkezleri açıyoruz. Bunları yaparken de bölge insanı ile Türkiye arasında bir köprü oluşturuyoruz. Başlarda Afrika’da birçok insan Türkiye’yi bilmiyordu. Ama bizim öncülüğümüzle yurtdışı faaliyetleri başladı. Ancak burada temel bir eksiklik var. Bu faaliyet alanlarımızın sömürge bölgeleri olması ve baskı altında tutuluyor olmaları bölge insanını genelde hareketsiz hale getirmiş. Sivil hareket ve toplumsal üretim algısını dumura uğratmıştır. Mesela Afrika’da sivil toplum kuruluşları yok ya da çok az. Asıl bu bölgelerde insan hakları ve insani yardım gibi tüm unsurlarımızla bulunmamız gerekiyor. Çünkü zihinsel bir dönüşüm söz konusu orada. Libya’da bunlardan biri, bölgeye gittiğimizde sivil hareketlerin organize olmadıklarını ve sivil toplum anlayışlarının oluşmadığını gördük. Maalesef bölgeye sağlıklı projeler sunacak STK’larında ulaşmadığını gördük.
ORSAM: Libya’da Türk sivil toplum kuruluşları yok. Peki, diğer ülkelerden var mı?
Hanefi SİNAN: Asıl sorunda burada başlıyor zaten. Küresel zihin kendi enstrümanları ile bölgeye gidiyor. Libya’da BM uzantısı sivil toplum kuruluşları var. Fransa, İngiltere gibi ülkelerin kuruluşları da var. Libya’da ciddi manada bir zihinsel dönüşüm başlamış. Bu dönüşüm dışarıdan gözüktüğü gibi “özgürleşme hareketleri”nden ziyade özgürleşmenin tanımını yapanların oradaki çalışmalarıdır. Ortalama dindar bir insanın giyim kuşamı ve refleksleri ile Fransız Bayrağı’nı salladığı görüntü bence çok sağlıklı bir fotoğraf değil. Bu fotoğrafı ilk gün göremedik ama bir hafta sonra gördük. Hatta yanında “thank you” yazan ABD bayrağı, İngiliz Bayrağı hatta İtalya Bayrağı olan pankartlar da var. Bu direniş başlamadan önce Türkiye “kurtarıcı ülke” olarak görülüyordu. Ama şimdi “sorunlu ülke” oldu. Bingazi meydanında mevcut kürsüde şuan ki Libya Bayrağı, Katar Bayrağı ve Fransız Bayrağı asılı duruyor. Bu tabloyu sorguladığınız zaman, 50-60 sene öncesine kadar İtalyanlar bölgede işgal gücü pozisyonundaydılar. Bir jenerasyon değişiyor, zulmün adı değişiyor, ama yerel halk bunun farkında değil. Bir kaza olduğunu düşünün. Kazadan kurtulan yaralı ilk hangi arabayı görürse ona biner ve hastaneye gider. Sormaz “Bu araba kimin?” diye. Bu toplumda bir travma yaşamış. Göçler olmuş, 5000’den fazla insan ölmüş. Biri geliyor ve size yardım ediyor. Bu arada da kaza mahallini temizliyor, bir daha kaza olmaması için önlemler alıyor. Bu iyi bir insandır. Ama kaza dairesi içinde kaldığı sürece iyidir. O dairenin dışına çıkıp kazaya sebebiyet veren unsurlara bakarsanız aynı unsurlar olduğunu görürsünüz. Ancak bunu Libya halkı göremiyor. Aynı şey burada olsa bizde onlar gibi davranırız.
ORSAM: Peki, Türkiye’yi nasıl görüyorlar?
Hanefi SİNAN: Öncelikle Türkiye’nin imajında bir sorun var. Bunu söylediğimizde ciddi bir tepki ile karşılaşıyoruz. Ama kendimizi sağlıklı bir şekilde sorgulamalıyız. Biz yapamayacağımız şeyleri söyler durumuna düşmüşüz. Siz konuşmasanız bile Türkiye adına birileri konuşmuş; “Türkiye gelecek ve sizi kurtaracak” diye insanların zihnine yazmış. Çünkü Türkiye önceden bu güce sahipti ve bugün tekrar bu gücü kazandığı ifade edildi. Bunu biz söylememiş olsak bile söyleyenlere kafa salladık yada sessiz kalarak onayladık.. Onların algısına göre biz kurtarıcıydık ama gitmedik. Gitmediğimiz gibi yapılan desteğe de mani olduk. Bu algıyı mevcut küresel zihin kontrol ediyor. Bugüne kadar sivil organizasyonlar gazete basmamıştı. Şimdi belli çevrelerin kontrolünde kısa bir zamanda gazete ve dergiler dağıtılıyor. Oradaki yapı; “Türkiye bu güce sahip ama bu gücünü asla bizim lehimize kullanmadı ve bizi yalnız bıraktı” diyor. Biz dönerken durum biraz olsun yumuşamıştı. En azından bizim çalıştığımız gruplar “Türk halkı ayrı, hükümet ayrı” demeye başlamıştı.Biz bu süreç içerisinde Suriye’ye ve Ürdün’e gittiğimizde kahramanlar gibi karşılandık. Bizi bir sivil toplum çalışanından ziyade hükümetin temsilcisi olarak gördüler. Bu bölgelerde halkın sivil bir hareketi olmadığı için bir ülkeden bir kurum gelmişse resmi bir organizasyondur algısına sahipler.
Özel ilişkilere girdiğinizde veya çalışmalar yaptığınızda bağımsız olduğunuzu anlıyorlar. Biz bu algı yüzünden Libya’da 3 gün yardım dağıtamadık. Bu durumda hükümetinde kendini sorgulaması gerekiyor. Yapamayacakları şeyleri söylemeyecekler, söyleyenleri de susturacaklar. Maalesef İslam coğrafyasınınortak bir söylemi ve hedefleri yok mevcut zihinleri bu konuda şekillendirecek, rahatlatacak, onları sağlıklı yönlendirecek siyasal bir söylem yok. Türkiye’nin siyasal söylemlerine bakıldığı zaman çok da bağımsız olunamadığı, küresel yapının paralelinde hareket ettiği görülüyor. Bu da oradaki insanın algısını etkiliyor. İslam coğrafyası 8-10 farklı ülkeyle ortak bir zihin üretir ve bu zihni dünya toplumuna sunarsanız farklı algılanırsınız. Sizin zihninizde o bölgede yer eder ve toplumsal dönüşüme daha sağlıklı katkı sağlarsınız. O insanlar 1950’li yıllara kadar Osmanlı bakiyesini sahiplenmişler. Biz tarihimizle kendi bağlarımızı koparttığımız zamanda bile onlar bağlarını koruyabilmişler. Libya’da ne kadar Kaddafi baskıcı, sosyalist, milliyetçi kültürü empoze etse de özellikle Doğu Libya’da etkili olamamıştır. Arap toplumunu simgeleyen renklerle ay-yıldız, bizimle onlar arasında ilişkiyi diri tutan unsurlardır.
Biz diplomat değiliz, siyasal bilimci değiliz; basit bir zihne sahip olmamıza rağmen, o toplumun içine girince bölünmüş olduğunu hemen görüyorsunuz. Doğal olarak bölgedeki halk hareketlerinin geriye dönüşü olmayan bir yola girdiğini gözlemlemiş olduk. Oradaki kardeşlerimizin zihnini bulandıracak adımlara karşı tedbir almak lazımdı. Bu tedbirlerin başında bölgede özgürlükleri ve bağımsızlıkları için mücadele eden unsurlara bugün vermiş olduğumuz desteği ilk zamanlar yapmış olmamız gerekiyordu. Ve inisiyatif almalıyız. “Şimdi böyle bir imkanımız yok” diyorlar. Zaten bunun 10-15 sene önce planlamalıydık. İddianız “Biz kahramanız” ise bir altyapı oluşturmalısınız. Aksi takdirde birilerinin oluşturduğu projelerde yer alırsınız, bu sizi bambaşka yerlere götürür. Bu tehlikeyi yaşadık. Bence sadece Türkiye’de 150-200 tane sivil toplum kuruluşu Bingazi’ye gitmiş olsa, hiç yardım dağıtmadan oradaki insanlarla sohbet etseler bile oradaki insanların zihinsel dönüşümlerine ciddi manada parantezler açarız. “İtalya burayı işgal etmişti, biz binlerce şehit vermiştik. Bunlar babalarının hayrına gelmiyor” derler.
ORSAM: Suriye’de çalışmalarınız var mı?
Hanefi SİNAN: Suriye’de uzun zamandan beri çalışıyoruz. 1948 yılından beri Filistinlilerin yaşadığı kamplar var. Zor da olsa yardımlarımızı dağıtmak için gayret sarf ediyoruz. Filistinli mültecilerin oradaki konumu mevcut yönetim tarafından ciddi manada sorgulanıyor. Nereden bakarsanız bakın, bu sorun herkesin üzerine yüklenmiş bir sorundur. İçinden çıkmak çok zor değil aslında. Ama yapı insanları sıkıştırmış durumda. Eğer dünyada insan hakları ve özgürlük tanımını yapan ülkeler bu tanımlarına gerçek manada tekrar dönerlerse sorun çözülür.
ORSAM: 31 Mayıs’ta bir gemi daha kaldırıyorsunuz. Bu geminin ismi ne olacak? Nasıl bir süreç izlenecek?
Hanefi SİNAN: Bu yardım sadece sembolik. 31 Mayıs’ta Gazze’ye götürülmek üzere bir gemi hazırlanıyor. Aslında biz ikinci bir gemi filosu hazırlığı içerisindeyiz. Muhtemelen Haziran ayının ikinci yarısı Avrupa’dan kalkacak. 15 gemi olacağı öngörülüyor. Katılımcı ülkeler belirlendi. İnternet sayfamızda ayrıntılı bilgiler var. Yaklaşık 19 Avrupa ülkesinden sivil aktivistler destekliyorlar. Doğrudan Gazze’ye gidilecek. Mavi Marmara katliamından sonra tablo hala değişmedi. Hatta daha stratejik bir şekilde genişletiliyor. Ben Şubat ayında Gazze’deydim. Mısır üzerinden gitmiştik. Asya’dan gelen bir konvoya iştirak ettim. O konvoy Suriye Lazkiye limanından Ariş’e, Ariş’ten Gazze’ye girdi. Bölgeye gittiğimizde, zulmün ve kaosun daha vahim hale geldiğini gördük. BM İsrail’den el koyduğu tüm insani yardım malzemelerinin teslim edilmesini istemişti. “Tamam” dediler fakat hepsini teslim etmediler. Teslim ettikleri elektronik malzemeleri de bozarak verdiler. Ben malzemeleri görünce şok oldum. Bu kadar insanlık dışı bir uygulama olamazdı. Ultrason cihazının bazı parçalarını çıkarıp vermişler. Oradaki halk bu süreci içselleştirmiş durumda ve direnişlerinde bir zayıflama yok.
Hatta Gazze halkı Mavi Marmara’yı kendine milat edinmiş. “Biz Gazze’de unutulduğumuzu düşünüyorduk. Dünya Müslümanları bizi unuttu diyorduk. Kendi kaderimizle baş başa öleceğimiz sanıyorduk. Mavi Marmara hadisesinden sonra umut kazandık. Biz idarelerin reflekslerini esas almışız. Ama halkın refleksleri bambaşka imiş” dediler. Dolayısıyla Gazze limanına “Mavi Marmara” anıtı inşa ediyorlar. Bizim daha sonraki ziyaretlerimizde Mavi Marmara gemisinde olduğumuzu duyunca “Siz kutsal misafirlerimizsiniz” diyorlar. Onlar için bir dönüm noktası oldu. Bazı kanaat önderleri bize “Her ne kadar 9 kardeşimizin şehit olmasına neden olsa da hayırlı bir olaydır ve sizinle kan kardeşi olduk” dediler. Üst düzeyde bir sevgi oluştu. İkinci “Özgürlük Filosu” çalışmamızı da inşallah Haziran ayında gerçekleştireceğiz.
ORSAM: Sayın Sinan değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.