Günlük arşivler: Ekim 8, 2012

Fötr şapkalıdan son bomba


ERGÜN DİLER

Dün güneş doğmadan uyandım. Çok sevdiğim bir dostumu hastanede ziyaret edecektim.

Hazırlanırken garip bir şekilde içimdeki ses "Yine unuttun" diyordu! Hatırlamaya çalışsam da aklıma gelen bir şey yoktu.

Bir elde kahve bir elde çantayla otomobile attım kendimi. Şehir uyanmamıştı.

Kendi gürültümü duyabiliyordum…

Hastanedeki dostumun yüzü gözlerimin önüne geldi. Bir anda şimşek çaktı. Acaba "Onun en yakın arkadaşı nerelerdeydi?" diye aklımdan geçirdim. Telefon taşımadığı için yaklaşık iki hafta önce "Görüşebilir miyiz?" mesajı yollamıştım. Ama sonuç alamamıştım…

Neyse..

Ama yine de çok şanslıydım.

Tam otoyola bağlanmak üzereyken bu kez FÖTR ŞAPKALI dostumun mesajı düştü. "Öğleden sonra İstanbul’dan ayrılıyorum. Bana gel" diyordu.

İlk kez bu kadar netti.

Şaşırmıştım. Hemen direksiyonu kırıp Büyükçekmece’deki Mimar Sinan’ın yaptığı köprüye yöneldim.

Çok iyi bildiğim yerler değildi. Zor da olsa buldum. Söylenilen yere geldiğimde DOSTUM deniz kenarındaki ağacın altında tek başına çay içiyordu. Benim geldiğimi duyduğu halde dönüp bakmıyordu. Elimi omzuna koyduğumda birden gülümseyerek "Bak seni ne kadar seviyorum.

Konuşmadan Ankara’ya dönmek istemedim" dedi. Oysa iki-üç gün önce konuşmuştuk. Çok yapmazdı böyle. Ama belli ki önemli gelişmeler vardı. Sesimi alçaltarak sordum…

Hayırdır!
Hayır yahu hayır!…

Merak ettim. Önemli bir şey olmasa zaman ayırmazdın diye düşündüm.
Doğru düşünmüşsün. Önemli olaylar var. Ankara çok şık hareketler yapıyor.

Anlatsan hiç fena olmaz!
Tezkereyi gördün. AK Parti ve MHP destekledi, CHP ve BDP aynı karede yer aldı. Milli bir davada MECLİS tek vücut olamadı.
Üzüldük ama gerçeği de gördük.

Şu gerçeği "Biz de görsek" diyorum!
Suriye tarafından defalarca Türk tarafına bomba düştü. Son atılan bilinçli tercihti. Hedef birkaç Türk’ün ölmesiydi. Bunu yapanlar Esad’a bağlı görünen adamlar ya da isyancı kılığındaki istihbarat elemanlarıydı. Akçakale bilerek isteyerek seçildi. Yani tesadüfen olan biten bir şey değildi.

Yani?
Bunun üzerine hükümet Meclis’e gidip "Bir yıl süreyle yurt dışına asker gönderme yetkisi" aldı.
Herkesin gözden kaçırdığı bir nokta vardı. Tezkere Suriye için görülse bile, gerçek farklıydı.

Nasıl yani?
AK Parti Büyük Kongresi’ne gelenlere baktın mı? Mursi’yi, Meşal’i yazmışsın ama Haşimi’yi unutmuşsun!

Çok mu önemli?
Elbette. Haşimi bizim adamımız.
Gelecekte Irak’ın başına geçecek.

Nereden çıktı şimdi bu?
Geçtiğimiz günlerde Irak Bakanlar Kurulu bir karar aldı.
Irak’taki yabancı askerler, ülkesine gidecekti. Yani orada bulunan az sayıdaki askerimiz rahatsızlık veriyordu.

Uzun zamandır oradalar ama!
Dertleri başka. Adamlar yakında Irak’ın kuzeyinde bulunan KÜRT varlığına saldıracak. Bu temas kaçınılmaz. Türkiye’ye yaklaşan Barzani çok rahatsız ediyor onları.

Eee?
Demem o ki tezkere geçerken bilerek SURİYE sözü kullanılmadı.
Karışma ihtimali bulunan Irak göz önünde tutuldu.

Irak karışırsa girecek miyiz yani?
Saniyede! Hiç şüphen olmasın. Bir saatte Bağdat’tayız!
Bunu biliyorlar.

Kimler?
Senin yazdığın gibi İngiliz SİR’ler, BARONLAR, PATRONLAR yani derin Avrupa ve Yahudi kontrolündeki derin Amerika…
Bu nedenle ısrarla Suriye’ye bizi çekmeye çalışıyorlar.
Onlarca top mermisi düştü bizim tarafa. Ama ciddiye alıp cevap bile vermedik. Önce kuzey Suriye’de Kürt oluşumu provası yapıldı. Üçe bölünen Suriye’deki ilk plan buydu! Biz tepki verince geri adım attı o güç. Şimdi tekrar piyon olarak ileri sürülecek!
(Birkaç saat sonra ajanslara Kuzey Suriye’deki Kürt askerlerinin fotoğrafları düştü.)
Tek dertleri bizi o bataklığa çekip IRAK’ı unutturmak! Oysa biz tek parça Suriye istiyoruz. Onlar bölmesin diye uğraşıyoruz.

Ama algı böyle değil mi?
Ne algısı yahu belli basın bunu böyle gösteriyor! Suriye’den kum mu alıp arabaların deposuna dolduracağız. Bizim enerjiye ihtiyacımız var. Büyük devletlerin olduğu gibi. Burnumuzun dibindekini de başkasına bırakmaya niyetimiz yok. Barzani aşağıdan gelen baskıyla yaşayamayacağını biliyor. O artık bizimle. Sözümüzden çıkamaz.
Bütün Kürtler’i Türk Devleti çatısı altında birleştireceğiz.

Ya PKK?
Onlar zaten bizim karşımızda kullanılan piyon! Adını az önce saydığım güçler onları diledikleri gibi kullanıyor. Büyük Türkiye’yi engellemek için hem PKK hem Suriye kartını ileri sürüyorlar.

Peki BDP için ne diyeceksin?
Öcalan derin ABD’ye yakındı.
BDP ise Avrupa ile iyi ilişkiler içinde. Öcalan’ı onlara karşı kullanacağız. Zaten son saldırılar Öcalan’ı tanımayan büyük bir grubun olduğunu gösterdi. O hareket Öcalan sayesinde bölünecek. BDP zorda kalacak.

Öcalan’ı eve mi çıkaracaksınız?
Akıl bunu söylüyor. Ama zor.
Öcalan’ın Mandela gibi eve çıkması KANDİL’in karışması demek! Birbirlerini yerler! Hiç de fena olmaz…

Aklıma takıldı. Biz Irak’a girdiğimizde büyük devletler ses çıkarmaz mı?
Rusya Azeriler’le doğalgazı tekeline alır keyfine bakar. Gaz onlarda olduğu sürece Avrupa sesini çıkaramaz. Biz de petrolü alırsak DENGE kurulur.

Ya ABD?
Onlar zaten "Irak’ı biz işgal ettik, parsayı İngilizler götürdü" diye düşünüyor… Herkesin bize ihtiyacı var. Bu Allah’ın dengesi. Çok dikkatliyiz. Bir daha böyle şans gelmez. Acele etmeden hızlı gidiyoruz. Bütün İslam ülkeleri kapalı kapılar ardında liderliğimizi benimsedi. Herkes memnun…

Ya İran? Onlar büyük problem değil mi?
İran nüfusunun yarısına yakın kısmı TÜRK. Azeri Türk’ü… Herkes bizim koyduğumuz kurallara uymak zorunda. Onlar da doğalgaz ve petrolleriyle mutlu olmaya bakacaklar. Kimsenin söz söyleme hakkı yok. Gücümüzü biliyorlar.
Test etmeye kalkan yanar!

Hükümet-asker ilişkileri peki?
Hiç olmadığı kadar iyi. Büyük devlette olması gerektiği gibi…

Kürtler razı mı bizimle yaşamaya?
Kiminle yaşayacaklar. Bizim dışımızda herkes onları boğar! Ama biz kardeşiz… Akıl galip gelecek.
Merak etme…

İç siyaset?
Şimdilik bu kadar yeter!. İnan vaktim yok. İstanbul’a geldiğimde yine ararım söz.

İŞTE ERDOĞAN’IN HAPİSHANE KOŞULLARI


Başbakan önceki gün TÜSİAD’da yaptığı konuşmada kendisinin de hapis yattığını anımsatarak adalet vurgusu yaptı.

Peki hangi fiziki koşullarda gerçekleşmiş bu hapis yatma?

Tayyip Erdoğan’ın cezası kesinleşir kesinleşmez, birlikte cezaevine girebilmek için, sike suç isleyip, kendi isteği ile hapis cezasına çarptırılan Hasan Yeşildağ, o günleri kaleme aldığı kitabında, yaptığı koğuş hazırlıklarını nasıl anlatıyor.

Birlikte okuyalım:

PINARHİSAR’IN TARİHİ KONUĞU

Erdoğan’la hangi hapishanede yatacakları konusunda ihtimaller gözden geçirilir: Erdek, Karamürsel, Çorlu, Akyazı derken, Pınarhisar Cezaevi kesinlik kazanır. Hasan Yeşildağ, önceden gidip cezaevini gezer. Yapılacak işlerin bir listesini çıkarır.

Yönetimden gerekli izinleri aldıktan sonra kendilerine tahsis edilen koğuşu bir güzel temizletir. Duvarları kağıt kaplatır, zemine, boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisatı yeniler. Sıcak su temini için şofben taktırır. Koğuşun bahçeye ve koridora açılan kapılarını boyatıp yalnızca içeriden açılabilen ilave sürgüler yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye elektronik sensörler yerleştirir. Gerekli gördüğü kör noktalara kamera sistemi kurdurur.

Sıra mobilya ve beyaz eşyaya geldiğinde keseye davranmak Erhan Şenol’a düşer. Derin donduruculu büyük boy bir buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, toplantı ve çalışma masaları, deri koltuklar, oturma grupları ve büyük ekran bir televizyonla, kalacakları koğuşu ve cezaevi kütüphanesini, sıkıcılıktan uzak bir yaşam ve çalışma alanına dönüştürürler.

Bu arada mahkum ve gardiyanlar da unutulmamıştır. Herkese pantolon, gömlek, ayakkabı ve eşofman takımı alınır. Hasan Yeşildağ, ağalığın ‘vermekle kaim’ olduğunun farkındadır.

Son kez İsviçre’ye gittiğinde, işlerini bir arkadaşına, eşini ve çocuklarını Allah’a emanet edip geri dönmüştür. Dışarıdaki işlerini bitirip, Reis’ten üç gün önce Pınarhisar Cezaevi’ne teslim olduğunda, mahkumlar ve gardiyanlar tarafından krallar gibi karşılanır. Yanında getirdiği hediyeleri dağıtırken, ortalık bayram yerine döner. Koğuşu ve aldığı güvenlik önlemlerini son kez gözden geçirir. Her şey yerli yerindedir. T.C. Pınarhisar Kapalı Ceza ve Tevkif Evi, ‘tarihi misafir’ini beklemektedir.

Nasıl, beğendiniz mi?

İşte günümüz Başbakanı Tayyip Erdoğan bu koşullardaki cezaevi günlerini TUSİAD üyelerine anlatıyor.

Sadece onlara anlatsa iyi. Bunu Bush’a. Obama’ya, AB üyesi ülkeleri başbakanlarına anlattı.

Onlar da Erdoğan anlattıkça Gece yarısı Ekspresi’ndeki Türk hapishane koşullarını göz önünde tutarak "vah vah, yazık olmuş" sözleriyle kendisini teselli ediyorlardı herhalde.

Aslında koşulları okudunuz.

Sözün özü, Tayyip Erdoğan’ın yattığı cezaevi günleri tam bir siyasi kamp günleridir.

Siz siz olun duyduğunuz "Ben de hapis yattım." sözlerinin ardından, "Yattın da nasıl yattın?" diye sorun. Sorun ki günümüz Silivri ve diğer cezaevleri koşullarıyla karşılaştırmayı daha sağlıklı yapabilin.

Fatih Özbatur

Odatv.com

ŞANTAJ, İFTİRA VE RÜŞVETİN ADRESİ BAHA EL-ARACİ


İRAN ANALİZ / Mevcut Irak meclisindeki bazı milletvekillerinin fanatik Şii Mukteda Sadr grubundan vekil Baha el-Araci ile ilgili olarak şantajcılık yapmak ve iftiralarda bulunmak gerekçesiyle suçlamalarda bulundu. Milletvekillerinin suçlamaları arasında A’raci’nin aynı zamanda 40.000 dolar tutarında parayı Iraklı siyasilere karşı kullanılacak kampanyalar için eş-Şarkiyye kanalında konuk olma karşılığında rüşvet olarak aldığı kaydedildi.

Milletvekillerinin hukuki bir dava olarak açtıkları dosyada fanatik Şii Mukteda Sadr grubunu temsilen mecliste bulunan Baha el-A’raci ile ilgili birçok suçlama yer alıyor. Buna göre el-Araci İngiltere’nin başkenti Londra’ya giderek 40.000 dolar da rüşvet aldı.

Bazı haber kaynaklarının aktardığına göre milletvekillerinin el-Araci aleyhinde başlattıkları hamlenin çok geçerli sebepleri bulunuyor. Habere göre el-A’raci Londra’ya el-Bezaz’ın daveti üzerine 40.000 doları teslim almak üzere gitti. Bunu Iraklı siyasilere karşı kampanya başlatmak üzere eş-Şarkiyye kanalı stüdyolarına konuk olmak amacıyla aldı.

Bu tür bir işin ilk defa yapılmadığını belirten gözlemciler daha öncesinde milletvekili Ahmed el-Ceburi ile ittifak içerisindeki çalışmalara da dikkat çekiyor. Buna göre el-Araci ve el-Ciburi’ye karşı tutum alan bazı yetkililer ve mütedeyyin kesimlere şantajlar yapıldı. Araci de bir konuşmasında Ahmed Ciburi’nin büyükelçi Esad Ebu Kelel’i düşürmek istediğini, belirli bir konuda kendisine yardımcı olmadığını vs itiraf etmişti.

Şeffaflık Komisyonunun çalışmaları sonucunda yolsuzluk, adam kayırma ve zimmet gibi hususlarda delilleriyle belirleyip mahkemeye sevkedilmek üzere meclise sunduğu çeşitli listeler bulunuyor. Bunlar arasında Baha el-Araci de yer alıyor! Asıl ilginç olan ise bu komisyonun başkanlığını yine el-Araci’nin yapıyor olması!Bu nedenle görevinden alınıp mahkemeye sevkedilecek ve cezaya ugrayacak binlerce kişinin mezhepsel/siyasi kaygılar nedeniyle Araci tarafından masaaltı yapıldığı, listelerden çıkartıldığı veya isimlerinin yok sayıldığı kulislerde konuşulanlar arasında.

Bu durum aslında benzer şekilde diğer tüm devlet kamu, kurum ve kuruluşlarında da mevcut. İşgal projesi olan siyasi sürecin yapısını mevcut hükümet ve kurumlarının nasıl yönetildiğini gösteren bu örnek gibi yüzlerce örnek daha bulunuyor. Örneğin başbakanlık yapan Maliki’nin 70′lerden itibaren bizzat yönettiği bombalı araç saldırıları, suikastlar ve terörist eylemler nedeniyle yüzlerce masumu öldürdüğü, bunun için ceza aldığı biliniyor. Yine Sünnilere karşı etnik temizlik saldırılarında yer alan çok sayıda Mehdi Ordusu ve Bedir Tugayları gibi Şii terör örgütü militanları şu an hükümetin çeşitli güvenlik birimlerinde görev yapıyor!

Baha el-A’raci ismi daha çok 2010 yılındaki sözde seçim kampanyalarında İslam tarihinde önemli bir yeri olan, ilk Müslümanlardan ilk Halifelerden Hz. Ebubekir’e (ra) açıkça hareket etmesi ile öne çıktı. Fanatik Şii Mukteda Sadr grubundan seçimlere katılan el-Araci ve çeşitli Şii vekiller kendi tabanından oy kazanmak için televizyon ekranlarından Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman (ra) gibi İslam’ın önemli simalarına hakaret etme yarışına girmişti.

Mustafa Kemal Atatürk: Eğer Türkiye emperyalistlerle birlik olursa


Atatürk’ün ortadoğu öngörüsü sosyal medyada paylaşım rekoru kırıyor…

Türkiye’nin Ortadoğu politikası ve Suriye ile savaşın eşiğine gelmesi, yapılan açıklamalardan sonra sosyal medyada Ulu Önder Atatürk’ün Ortadoğu ile ilgili öngörüsü paylaşım rekoru kırdı. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Atatürk’ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" sözüne atıfta bulunarak "Ne barışı" demesi Atatürk’ün 1923 yılında Amerikalı gazeteci Isaac F.Marcosson’a verdiği mülakatı internette paylaşım rekoru kırdı.

ATATÜRK NE DEMİŞTİ?

Bir gün, birinci cihan harbinden sonra Ortadoğu’da kurulan suni devletlerin halkları ayaklanacaktır. O dönem geldiğinde yeni kurduğumuz cumhuriyetimizin yöneticileri bu halkların değil, emperyalist güçlerin yanında yer alırsa aynı akıbete kendileri uğrayacaktır ve kurtuluş savaşında yedi düvele haddini bildiren Türk halkı onlarında hakkından gelecektir.’’

Odatv.com

‘Hacker’ların hedefinde ev eğlence sistemleri var


Televizyonlarımız ve konsollarımız akıllanıyor; diğer taraftan tüm bu cihazları internet sayesinde evin her yerinden yönetmek mümkün oluyor. Evdeki bu değişimle birlikte cihazlar, sosyal ağlara giriş bilgileri, kredi kartı detayları gibi gizli bilgi ve verilerin de merkezi oluyor. Peki, cihazların geleceği nasıl görünüyor? Ne tip potansiyel zararlar ev aletlerimizin çevrede dolanıyor?

Güvenli içerik yönetim çözümleri alanındaki lider şirket Kaspersky Lab, ev eğlence sistemlerini oluşturan akıllı TV’ler, konsollar ve yayın kutularının geleceği hakkında öngörülerini açıklıyor. Yerel ağlardaki ya da çevrimiçi yayın servislerindeki çokluortam içeriğiyle kanepelerimizden rahat erişim imkanına sahip olduğumuz bu cihazlar, birçok potansiyel tehlikeyi de oturma odalarına taşıyor.

Akıllı televizyonlarımızdan internete bağlanıyor; oyun konsollarımızdan yeni oyun ve filmleri çevrimiçi mağazalardan indirebiliyoruz. Ev eğlence sistemleri aracılığıyla artık facebook ve twitter’a kanepe üzerinden erişim mümkün. Ancak birçok kullanıcı, bu konforun beraberinde getirdiği risklerin farkında değil. Cihazlar, bilgi ve veri almak için, aynı zamanda internete kullanıcıların kişisel hesap bilgi ve verilerini de yolluyor. Özellikle satın alma işlemleri için sunulan kredi kartı bilgiler, bu cihazlara sanal hırsızların da göz dikmesine neden oluyor. Kısacası evdeki eğlence cihazları artık, özel ve gizli bilgilerin de gerçek birer hazinesi konumunda…

TV’DE ANDROİD’E GEÇİŞ TEHDİTLERİ ARTIRACAK!

Mesela 2011’de bilgisayar korsanları, Sony PlayStation Network (PSN) üzerinde, kredi kartı bilgilerinin açık olarak iletimini sağlayan bir zaaf buldular. Güvenlik araştırmacıları Luigi Auriemma ve Gabriel Menezes Nunes, yılın başlarında, Sony ve Samsung tarafından üretilen televizyonlarda, hizmet reddi saldırılarının başlatılmasında kullanılabilecek olan zaaflar olduğunu sergilediler. Bu örnekler, diğer ürün ve hizmetlerin de henüz keşfedilmemiş zaafları olabileceğini ortaya seriyor.

Birçok cihaz, saldırganların kolayca erişemeyeceği kapalı sistemler kullanıyor. Bu, ilk bakışta, iyi haber gibi görünse de, suçluların erişimini yüzde 100 engelleyemiyor. Üstelik, kullanım kodları zaaflarına göre taranmadıkları takdirde, bu noktalar tespit edilemiyor ve açıklanamıyor.

Daha vahimi, TV üreticilerinin Android gibi açık sistemlere geçmesiyle yaşanması bekleniyor. Lenovo, hali hazırda, TV tabanlı bir Android 4.0 yayınlayacağını açıklamışken, Sony ve LG, aynı işletim sistemi üzerine çalışan bir set üstü kutusu üretiminde Google ile çalışıyorlar. Bu tipteki cihazlara bir örnek, Sony’nin Almanya’da dağıtmayı düşündüğü, Google’ın Android tabanlı set üstü kutusu olan Google TV. Kısacası yakın zamanda Android’in, TV ekranlarımız kanalıyla ev ağlarımıza katılacağı ortada. Öte yandan Android, sayısız fonksiyon barındırmasına rağmen, Google’ın bu işletim sistemi sürekli olarak hatalar ve zaaflar sergiliyor.

REKLAMCILAR DA FAYDALANACAK

İnternet erişimi olan televizyonların farklı problemleri de bulunuyor. Mesela, bu cihazlar gizliliği içermiyor. Reklamcılar, cihazların internet bağlantısından faydalanarak, kullanıcıların coğrafi verilerini okuyabiliyor ve ulusal bir reklam yayınlamak yerine, yerel bir mağazadan bir ilan yollayabiliyor. (coğrafi hedefleme Bu durum, an itibariyle oldukça uzak ihtimal olarak görünüyor. Ancak yakın dönemde, mobil uygulamalar ve sosyal ağlara ilgi sürdürüldüğü takdirde, reklamcıların kullanıcıların bu alışkanlıklarıyla ilgili daha fazla bilgi toplamak için bu açıklardan faydalanacakları düşünülüyor.

ANONYMOUS, ANONYMOUS’A KARŞI! HACKER SAVAŞLARI BAŞLADI!


Anonymous’un İsveç’in önemli kurumlarının internet sayfalarını hacklemesi üzerine İsveçli Anonymous grubu karşı atağa geçti.

Anonymous adı verilen hacker grubu, İsveç’in önemli kurumlarının internet sayfalarına saldırdı.

Perşembe günü YouTube‘da yaptıkları anons ile, cuma günü saat 14.30’dan itibaren önemli İsveç sayfalarını hackleyeceklerini bildiren Anonymous grubu, yapacakları eylemin bugüne kadar yapılmış en büyük eylem olacağını bildirdi.

Bilgisayar korsanları, İsveç Hükümeti, İsveç Gizli Servisi, güvenlik kuruluşları, savcılıklar, merkez bankası, meclis, mahkemeler gibi bir çok resmi kurumun aralarında bulunduğu 16 sayfayı hackledi. Hackerlerin saldırısı ile, İsveç’te hayat büyük ölçüde felce uğradı. İsveçlilerden oluşan ve kendilerine Gerçek Anonymous adı veren bir başka hacker grubu ise, isimlerinin başkaları tarafından kullanıldığını öne sürerek ve eylemci hackerlerin "Çocuksu Anonymouslar“ olduğunu söyleyerek, resmi kurumları hackerleyen grubu ortaya çıkarmak için harekete geçtiğini bildirdi. İsveçli karşı grup, bilgisayar korsanlarını tek tek tesbit ederek kimliklerini açıklayacaklarını bildirdi. Uluslararası Güvenlik İşbirliği Kuruluşu Cert-se lideri Anders Hansson, eylemin çok büyük olduğunu ve resmi kurumların çalışmalarını felce uğrattıığını belirterek „eylem, özel bilgisayarları kamuya ait bir çok kuruluşun internet sayfalarına yönlendirmek şeklinde yapıldı. Şimdi haklenen siteler istenmeyen trafiği yok etmeye çalışıyorlar“dedi. Hackerlerin eylemi ile sitelerin milyonlarca soru yağmuruna tutulduğu ve normal resmi işlemlerin yapılamadığı bildirildi. Anonymous adı verilen Hackerler bu yıl Danimarka‘da sendikalara yönelik benzeri eylemlerde bulunmuşlardı.

Hakerlenin hacklediği önemli devlet siteleri:

http://www.svea.se (nere)
http://www.polisen.se
http://www.socialstyrelsen.se
http://www.myndigheterna.se (nere)
http://www.forsvarsmakten.se
http://www.antipiratbyran.se (åter uppe efter ett stopp)
http://www.domstol.se (åter uppe efter ett stopp)
http://www.fra.se
http://www.sverige.se (nere)
http://www.sweden.se (nere)
http://www.kriminalvarden.se
http://www.riksbank.se (åter uppe efter ett stopp)
http://www.riksdagen.se
http://www.regeringen.se
http://www.sweden.gov.se (nere)
http://www.sakerhetspolisen.se (nere)
http://www.säpo.se (nere)
http://www.securityservice.se (nere)
http://www.åklagare.se (nere)

Ünsal TURAN / KOPENHAG- DHA

Avustralya’ya Savaş Açan İki Türk’ün İlginç öyküsü…


Sayımız az, biz ne yapabiliriz ki, güçlüye boyun eğmek gerekli deyip, güvensizliklerini sürekli dile getirenlere Hindistan Büyükelçiliği’nden alınan belge sonucunda ortaya çıkan bir gerçek öykü aşağıdaki.

"Yıl 1912, İngılızler Hindistan’ı isgal eder, Hindistan kralı Osmanlı’dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan’a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan’a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar. Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.

Bir süre sonra, adı Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa baslar. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar. 1918’de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşurlar, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlı’ya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı kalemi ve yazarlar: Sayın Avustralya Başkanı Eksalans Hazretleri, Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz, duyduk ki devletimiz Osmanlı’ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir Osmanlı savaş fermanıdır. Ekselansların bilgilerine duyurulur.

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sydney’in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler ve üçüncü tren de askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basarlar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve mektubun atıldığı bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur ve iki Osmanlı askeri bu Karlıdağlar’da şehit edilir. İki askerin şu an mezarı Sydney’ e 250 km uzakta Karlıdağlar’da ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize (Hindistan asıllı) diyorlar. Oysa Hindistan’da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge var…"

BALYOZ DAVASI MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYONUNA GİDİYOR .. /// CC : @vardiyabizde @BalyozGercekler @rodrikdani


Versailles No Trem – RER Paris


__._,_.___

ATTİLA İLHAN : Tanzimat’ın Tabii Sonucu ‘Sevres Antlaşması’dır


Tanzimat-ı Hümâyûn kimin eseridir? Koca Reşid Paşa’nın mı? İyi de, Koca Reşid Paşa kimin eseri? Hiç kuşkusuz, o devirde ‘Sultanların Sultanı’ diye anılan, İngiltere’nin Dersaadet Büyükelçisi Lord Stratford Canning’in, 1853’te karısına yazdığı şu mektuba bir göz atar mısınız? "…Reşid’le sadrazam azledildi, o saat padişaha çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler."

Aynı Reşid Paşa’yı, yakından tanımış olan Fransız devlet adamı ve tarihçisi F. Guizot, şöyle anlatmış: "…Reşid Paşa, ülkesinde giriştiği hareketin başarıya ulaşması için, en gerekli niteliklerin birisinden yoksundu: Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türktü…" O yüzden de, Guizot’ya göre, Paşanın "…Türkiye’yi Avrupa’da tutabilmek için…" bulduğu çare şudur: "…Avrupa’yı Türkiye’de tatmin etmek!"

Tanzimat-ı Hayriyye, işte bu ‘tatmin’in ismidir; bu konuda, M. Fuad Köprülü’nün söylediklerine katılmamak, elde değil:

"…Tanzimat dediğimiz inkılâp hareketi, o zamana kadar tam bir ortaçağ cemiyeti mahiyetinde olan Osmanlı cemiyetinin tabii ve dahili tekâmülü neticesi olarak değil de, bu emperyalist ve kapitalist medeniyetin zorla kendini kabul ettirmesi neticesi ortaya çıktı…"

Öyleyse o şartlar altında değerlendirilmemeli mi?

Önce doğru teşhis! 19. yüzyılda Devlet-i Aliyye eski satvetini kaybetmiştir. Birbirini izleyen askeri yenilgiler, hepsi mülkün aleyhine Karlofça, Pasarofça, Kaynarca Anlaşmaları; Osmanlı askeri üstünlüğünün artık sona erdiğini gösteriyor. Öyle ki, Hıristiyan, kapitalist ve emperyalist Batı için, eski Şark tehlikesi, yavaş yavaş paylaşma anlamına gelen Şark Meselesi’ne dönüşecek; gerçek tehlikeyi gittikçe yayılan, yayıldıkça güçlenen Rusya oluşturacaktır.

O zaman ‘batı’nın yapacağı basit: Güçten düşen Devlet-i Aliyye’yi denetimi altında tutarak, Rusya’ya karşı kullanmak! Osmanlı’ya kabul ettirilen Tanzimat fikrinin ardında yatan stratejik hesap budur; nitekim, Reşid Paşa’nın özel ‘kâtibi’ M. Cor bunu saklamıyor, diyor ki:

"…Fransa ve İngiltere için Türkiye’yi Rusya’ya karşı bir engel teşkil etme zorunluluğu içinde düşünüyoruz…" Bunun pratikteki sonucu, 18. yüzyıla kadar, savaşlarını Batı’da Avusturya/Macaristan, Doğu’da İran’a karşı yürüten Osmanlı Devleti’nin, artık ‘münhasıran’ Rusya ile savaşması olmuştur: 1768’den 1918’e kadar, tam altı kere!

Peki, ya denetim altında tutmak? Gülhane Hatt-ı Hümâyûnunu okudunuz mu? Bu aslında, bir yandan ülkenin, tam bir açık pazar olmasının koşullarını sağlamak, bir yandan Müslümanlığa karşı Hıristiyanlığın ağır basması için ‘elverişli’ koşulları gerçekleştirmek anlamına gelir. Taner Timur, hedefi şöyle anlatıyor:

"…Osmanlı bütünlüğünü korumak; fakat Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyanların durumunu giderek düzeltip, sonunda onları iktidar yapmak!" Bu politikanın en güçlü temsilcisi Lord Palmerston’un sözlerini kanıt olarak vermiş:

"…Türklere, Müslümanlıkları açısından, hiçbir şekilde taraftar değilim. Eğer Hıristiyan yapılabilirlerse, son derece mutlu olacağım!" Elhak ‘yapmaya’ çalışmışlardır. "…Tanzimat Fermanı ilan edilirken, İngiliz Elçisi Canning, Sultan’ın açıkça Müslümanların din değiştirme hakkını ilan etmesini istemiştir…" Bu kadar mı, hayır! Demirtaş Ceyhun, ‘Haçlı Emperyalizm’de şunları yazıyor:

"…Hatt-ı Humâyûn’un okunmasından, (__) Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yarım yüzyıllık sürede tam 69 adet yabancı (misyoner) okulun açılması, Batılı kapitalist devletlerin, Anadolu’da ne denli bir kültürel sömürgeleştirme hareketine giriştiklerini açıkça göstermektedir." 1869 yılında, meğerse, yalnız İstanbul’da 306 rahip, 354 rahibe varmış! Osmanlı mülkünün taşrasında, durum, elbette çok daha vahim!

‘Emperyalist sistem’in denetleme stratejisini, J. M. Albertini pek güzel anlatmamış mıdır? "…Sömürücü, yerli halkın, metropoliten sömürücü halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara, yeni bir biçim vermeye çalışır. Ama yerlileri aşağı düzeyde tutarak, tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır. Bu politika iki temel ırkçı, düşünce üzerine kurulmuştur:

Bu düşüncelere göre, hiçbir insan için, bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağından ötürü, Afrika, Asya, Latin Amerika halkına, Batı uygarlığı aktarılmalıdır ve hiçbir uygarlık Avrupa uygarlığından üstün değildir. Bu arada yerlinin, daima aşağılık bir varlık olduğuna ve hiçbir zaman düzelemeyeceğine inanılmaktadır." Bu kadarla kalsa iyi, öyle bir komprador aydın ipi yaratılır ki, o da kendi halkını aşağı görür, kültürünü inkâr eder. Tanzimat sonrasında, durumun Osmanlı’da da böyle olduğunu hep biliriz ya, bir de ‘keyfiyeti’ Said Halim Paşa’nın ağzından dinleyelim:

"…Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa, bunun için mutlaka batılılaşmamız gereklidir gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan, en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaattan bir de kurtulmak için her bakımdan batı milletlerini taklide mahkûmuz fikri doğmuştur ki, bu da öteki kadar kötü ve yersizdir. Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk, bunu o kadar başardık ki inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklidden ibaret sahte bir dünya kurabildik…"

‘Sistem’in amacı da bu değil miydi?

Üstünkörü yaklaşılırsa Tanzimat, Devlet-i Aliyye’de kulun tebaaya, hatta eşit haklara sahip vatandaşa yükselişidir; herkes için eşit mal mülk güvencesi, kazanma ve gelişme imkânlarıdır; soyut olarak alınırsa, gerçekten böyledir bu, somut olaraksa, daha çok Osmanlı Avrupa’sında yaşayan Hıristiyan kalabalığın, ‘ayrıcalıklı’ bir statüye geçmesi sonucunu getirir; ticarette var olan sınırlamaların kaldırılması, gümrüklerin açılması yerli sanayii mahvetmiştir. Nasıl mı, Halep oradaysa arşın burada:

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeninde, Prof. Celâl Ömer Sarç’tan naklen şu bilgilen veriyor: Avrupa fabrikalarının rekabetinden, önce, pamuklu sanayii zarar görmüştür. İstanbul ve Avrupa Türkiye’sindeki bu sanayi zayıflamıştır. Fakat pamuğu aile içinde işleyenler, sefalete düşmek pahasına dayanmışlardır. Urquhart, "İngiliz pamuk ipliklerinin ithali dolayısıyla, kazançları yarı yarıya hatta bazen üçte bire inmiştir. Ancak bu ithalat, dahilde fiyatları düşürmek ve Türkiye’nin pamuk ipliği ihracatını durdurmakla beraber, aile sanayiinin yerini hissedilir derecede alamamıştır" demektedir. Fakat zamanla sanayiin çöküşü hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. Önce pamuk sonra ipek sanayii buhrana sürüklenmiştir. Visquenel 1845/1855 yıllarına ait olan eserinde, Şam, Halep, Amasya, Diyarbekir ve Bursa gibi şehirlerde, ipek tezgâhı sayısının gittikçe azaldığını yazmaktadır. Hommaire de Hell’e göre, boyalı bezlerin bütün halk sınıflarına nüfuzu ipek sanayiini yıkmıştır. 1847’den önceki yıllarda Bursa 25 bin okka ipek işleyen 1000 tezgâha sahip iken, işlenen ipek miktarı 4000 okkaya, tezgâh sayısı 75’e düşmüştür. 1851’de Modrtmann, "Unutmayalım ki İstanbul’da hâlâ hemen hemen hiçbir ecnebi kumaşın ithal edilmediği zamanları hatırlayan birçok tacir vardır; halbuki şimdi Marsilya ve Trieste’den gelen her vapur, Milano, Lyon ve İsviçre’den balyalarca ipekli getirmektedir" demektedir.

Daha da müthişi, açık pazar siyasetinin, çok sistemli bir borçlandırma politikasıyla birlikte yürütülmesi idi. Çoğumuz bilmez, ünlü Osmanlı borçları, ilk defa Tanzimat yıllarında alınmaya başlamıştır; yanılmıyorsam, hem de Koca Reşid Paşa’nın yönetimde bulunduğu bir dönemde! Gittikçe çığ gibi büyüyen borçların, sonunda Osmanlı Maliyesi’nin iflasına, onun da başımıza Düyun-u Umumiye belasını musallat ettiğine, kim hayır diyebilir ki! Seyfettin Gürsel, Tanzimat sonrasındaki borçlanma serüvenini şöyle özetlemiş:

"…1854/1914 arasında Osmanlı Devleti’nin aldığı borçların nominal değeri 348.376.000 Osmanlı lirasıdır. Net olarak eline geçen para ise 220.313.000 liradır." İşin neden dolayı nereye varacağını ise, şöyle açıklıyor:

"…bu tür borçlanmaların en önemli yanı iflası kaçınılmaz kılmasıdır. İflaslar alacaklı büyük devletlerin borçlu devletlerin ekonomileri üzerinde egemenliklerini perçinlemeleri bakımından önemli bir aşama oluşturmuştur. Düyun-u Umumiye türü kuruluşlar Tunus’a 1864’de, Mısır’a 1876’da, Osmanlı İmparatorluğu’ na 1881’de, Yunanistan’a 1893 yılında empoze edilmiştir."

Hayır, bu kadarla kalmaz; döner dolaşır, sonunda iş ‘ecnebi’nin Silahlı Kuvvetler’e burnunu sokmasına varır. Satvet Devri’nde kendi teknolojisi, kendi askeri ve kumandanlarıyla, ‘yedi düveli’ dize getiren Osmanlı Silahlı Kuvvetleri, Tanzimat sonrasında, ıslah projeleri çerçevesine uyularak, düpedüz ecnebi mütehassıs -daha da beteri- ecnebi kumandanların yönetimine verilmiştir. Amiral Vebb, General Von der Goltz, General Von Sanders vb… Sözü uzatmaya ne hacet, tarih gözüyle bakıldı mı Tanzimat’ın tabii ve kaçınılmaz sonucu, Sevres Anlaşması olarak görünür: Tanzimat, Devlet-i Aliyye’nin, önce gizli bir sömürge olmasını hazırlamış, sonra da paylaşılmasını sağlamıştır. Hal böyleyken, okul kitaplarında niye önemli ve büyük bir devrimmiş gibi yazıldığını, anlayabilmek mümkün değildir.

Bir de Tanzimat-ı Hayriyye demişler! Hayır neresinde bunun, tepeden tırnağa şer!

Kaynak: ATTİLA İLHAN – HANGİ BATI

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!