Günlük arşivler: Ekim 4, 2012

The future of brain-computer interfaces


In Depth We could soon be controlling our tech with thoughts alone

You may already be having basic conversations with your smartphone, desktop PC, games console, TV and, soon, your car, but such voice recognition is – in the scientific community, at least – firmly in a folder market ‘dumb’ technology.

New ways of controlling consumer electronics goods with both basic voice and gestures are suddenly common, but we could soon be operating computers not by barking out instructions or waving, but purely by thinking.

Research into the long researched brain-computer interface (BCI) – also known as the ‘mind-machine’ interface – is becoming so advanced that it’s set to create a whole new symbiotic relationship between man and machine.

It could even lead to a situation where speech is rendered useless, and people wirelessly communicate through universal translator chips. No more complaining about loud music in nightclubs, then.

The BCI goes way further than simple speech-to-text technology like Nuance’s Dragon Dictation

Forget about the wireless revolution – this revolutionary tech demands cables. “A brain-computer interface encompasses any form of controlling a computer via a direct electrical connection to the human body,” says Peter Cochrane, ex-CTO of BT and now an independent analyst.

That connection can be any form of nerve signal or impulse accessed from the surface of the human body, including head and limbs, or muscle impulses picked up by electrodes on the arm, hand, face or forehead generated by physical movement.

Away from actually moving to establish a link between a person and computer, a BCI can use either an MRI scanner or a direct electrical connection to the human brain.

The movie Avatar popularised the idea of a human controller ‘binding’ with an external body

Mind control

If you’re already thinking about mind control, you’re not far wrong. Even the movie Avatar, where humans remotely piloted a genetically engineered alien being, is closer than you might think.

Attempting to fill the gap between automatic vacuum cleaners and true sentient machines, the burgeoning robotics industry has come up with a product that acts like a puppet; the prototype TELESAR V allows a human operator to ‘bind’ with it, see what it sees, and replicate the exact movements of a human hand inside a sensor-filled glove.

Described as a ‘surrogate anthropomorphic robot’ and hailing from Japan (the Japanese Science And Technology Agency, Keio University and Tokyo University, to be precise), the human user also gets feedback on what the robot hand is experiencing, both in terms of touch and temperature.

Ideal for remotely handling toxic substances, explosives or investigating nuclear accidents such as Fukushima, the uses for this kind of technology appear endless.

Perhaps we’ll see robots like TELESAR V perform complex surgery where a rock-steady hand is required, work on the Moon, or in search and rescue operations.

Express yourself

And yet the brain-computer interface offers so much for paralysed patients, such as locked-in syndrome sufferers and right-to-die campaigner Tony Nicklinson, who passed away in August. Nicklinson operated a computer using eye movements to communicate, though a BCI needs no such voluntary movements of muscles – they work using thoughts alone.

Clare Carmichael, a research analyst at e-accessibility charity AbilityNet, is working on a BCI prototype – called BrainAble – which has been developed to assist people with extreme disabilities and locked-in syndrome.

“A BCI is a system that enables interaction with a computer based on changing electrical signals that occur in the brain,” Carmichael tells us. “The signals can be taken invasively or non-invasively either from inside the brain or from the scalp. Non-invasive BCI takes signals that are present at micro-volt levels on the scalp and then amplifies them using an EEG. These signals are then digitised so that they can be used by the computer.”

Thinking strategies

During testing with disabled participants in Barcelona and in Liverpool participants use ‘thinking strategies’ to produce specific electrical activity from which data is extracted for use by the BCI.

“So far people have been able to communicate through a speller, perform binary tasks such as turning on and off a light and a TV, changing the channel and adjusting the volume,” says Carmichael. “Participants have been able to navigate a robot and control a camera and to enter a virtual reality that enables them to meet and talk to other people using BrainAble.”

“It can potentially enable people with locked in syndrome to communicate and to continue to be creative.”

The BCI goes way beyond voice and gesture control, as seen on Xbox 360′s Kinect

Brain painting

BCI products are already on sale. Emotiv Systems sells its EPOC neuro-headset to gamers that read electrical signals in the wearer’s brain to operate specific games.

Meanwhile, Austrian medical and electrical engineering company g.tec, which sells the P300 speller, the intendiX, is also working with disabled people on brain painting.

Such tech is, for now, concentrating on those it can help most, but the research will eventually trickle into everyday use. “The BCI has tremendous potential as a technology and is already used by gamers and in extreme incident management,” says Carmichael. “Ultimately it’s possible to think of a world where it offers people additional bandwidth. “I like the idea of an as yet unrealised future world where I can wirelessly communicate through my universal translator chip …”

Cloudy days

If you like the sound of that, it does come with a word of warning. “BCIs will fit into the Internet of Things by including chips and implants in people and animals – everything will be connected by default,” says Cochrane, who thinks the BCI and the Internet of Things go hand-in-hand.

“If your brain and nervous system get connected onto the net then they are automatically a part of it – in effect, you become your own cloud.” So next time you think you’re spending too much time online, just remember – this is just the beginning.

ABD ve İngiltere’nin 1957’de Hazırladığı Suriye’nin İşgali Planı


Suriye’yi Elimizle ABD’ye mi Veriyoruz!


Kestaneleri bize tutturuyor Amerika. Elimizle canavara yem edeceğiz onu. Öyle mi?

Yanılıyorlar. Orda, şahlanmış atıyla Selâhattin Eyyübi bekliyor. Şam sokaklarında onun ruhu dolaşıyor, Emeviye Camisini o bekliyor…

Namaz kılacakmış Emeviye Camisinde. Tankla mı gidilirmiş camiye!

Gitsin hele Emeviye Camisine, Selâhattin Eyyübi’nin hayaletini görür o anda, korkar giremez. Sadece Selahattin Eyyubi değil, Hubyar Sultan da ordadır, Tarkon di Mete de, Selev Kos da, Umay Aba da… Haçlılara karşı savaşan bütün kahraman Oğuz beyleri ve onların ulu anaları ordadır.

Tank dedim de… Darbelere karşıymış başbakan, evet ama kendi ülkesinde. Komşusuna darbe yapmaya tezkereyle gider…

Adı İslameli olan tek ülkedir Suriye. İslameli’ni haçlılara vereceksin, kutsal Emeviye Camisini Anglo Sakson Evangelistlere çiğneteceksin, sonra da gidip orda namaz kılacaksın…

Gitmişti gezmeye Şam’a, gideydi namaz kılmaya. Anlaşıldı, ille de Amerikan işgali altında namaz kılması mı gerekiyor? Kasımpaşa Camisine taktığı gibi, Emeviye Camisinin kubbesine de yamuk Anglo Sakson hilâli takınca mı kılacak? Hatırlatayım, bu yamuk hilaller iyice arttı, bu hafta Ankara metrosuna asılmış olan “Engelsiz ibadet, Engelsiz cami” (bu kelime oyunuyla artık ne kastediliyorsa!) afişlerinde de yamuk hilaller var. O afişlerle, yeni ders kitaplarındaki gibi karşılığı olmayan kelime oyunlarıyla, kitleleri disleksi (akıl tutulması) yapmayı da ihmal etmiyor.

Disleksi dedim de… Yeni açılan Özel Eğitim kurumlarında “disleksi” eğitimi verildiğinden, sırf disleksi için bu okulların yayıldığından haberiniz yoktur. Hani çocuğunu erken yaşta okula vermemek için rapor alan veliler var ya, o çocuklara “öğrenemez” (disleksi) tanısı konduğu için bunları yaşı geldiğinde de normal okullara almayacaklar, halkımızın bundan haberi yoktur. Aslında bugün bu konuyu yazacaktım, savaş tezkeresi öne geçti…

Halkımıza ne zaman gerçeği söylediler ki… Savaş yalansız olmaz. Hem bize hem dünya kamuoyuna yalan üstüne yalan… Sınır kalmamış ortada, diyoruz ki Suriye bizim sınırımıza bomba düşürdü… Akçakale topu topu 140 metre sınıra. Kaçan teröristin arkasından sapanla taş atsa gene düşer Akçakale’ye.

Sınırı teslim etmişiz Suriye isyancılarına, bir de adamları besliyoruz, kaymakam bile sınıra gidemiyor. Onlar rahat etsin, istedikleri gibi gidip gelip adam kessin diye Akçakale halkını göç ettirmişiz. Akçakale esnafı da diyor ki, “dükkânımızı kapattınız, teröriste verdiğiniz yardımı bize de verin”, haklılar.

Hale bakar mısınız? Teröriste yardım ve yataklık ettiğimiz yetmedi, askerimizi de onların emrine vereceğiz, savaş tezkeresi geçti. MHP, Koray Aydın hariç, AKP’ye el verdi. Bahçeli içeri girene kadar bütün MHP’liler hayır diyeceklerini zannediyorlardı. Bahçeli’nin emperyalist planlara kaçıncı el verişi…

Bu tezkerenin hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Bakın, tıpkı yeni ders kitaplarındaki gibi, başlık ile içerik örtüşmüyor. “Suriye’ye giriş” için veriliyor tezkere, ama metnin içinde “yabancı ülkelere giriş” olarak geçiyor. İran’a girişi de aradan çıkaralım mı dedi, nedir?

Osmanlı, vilayeti olan toprakları bir bir eliyle düşmana böyle tuzaklarla verdi. Tunus mesela. Fransızlar, kendilerine sığınan Mithat Paşa’yı teslim etmeye karşılık aldılar Tunus’u. Bu yüzden Tunus halkı bize hala kırgındır. İhanet içindeki Osmanlı yönetiminin düşmanlarımıza ikramıydı Tunus. Tek kurşun atmadan Tunus’u almıştı Fransa!

Şimdi Suriye’yi, dünkü ilimizi, babaannemin toprağını, bugünkü komşumuzu, elimizle düşmana veriyoruz! Tek kurşun atmadan alacak Suriye’yi Amerika. Üstelik bizim oğullarımız canından olacak!

Bu ne akıl tutulmasıdır? Bu ne aymazlıktır? Bu ne büyük ihanettir?

Kardeşimizi bize boğduruyorlar… Sırada kendimiz varız, bunu anlamıyorlar.

Uyan Ey Selâhattin, geri geldi haçlılar!

4.10.2012

Mahiye Morgül

İLK KURŞUN

Emin Çölaşan: Ne yeteneksiz, ne korkak darbecilermiş!. /// CC : @ecolasan


SEVGİLİ okuyucularım, adına Balyoz denilen dava, Ergenekon gibi kardeşleriyle birlikte Türkiye’yi en başından en sonuna kadar salladı. Bir süre önce açıklanan adaletsiz-siyasi karar ise depremin boyutunu daha da artırdı.

Bu mahkemeler baştan sona siyasi idi. Yargılama yönteminde siyaset, kararda yine siyaset vardı.

Balyoz mahkemesinde olmayan tek şey adaletti.

Şimdi gözleri aydın! Türk Ordusu’nu tasfiye işleminde 324 emekli ve muvazzaf subaya ağır hapis cezalan geçirildi!

Hele imam hatip mezunları önümüzdeki yıl Harp Okullarına alınmaya başlansın, her şey daha da iyi olacak inşallah!

İşin ilginç yanı nedir biliyor musunuz? Hapis cezası alanlar arasında bir de sivil memur hanım var! Askeriyede görevli, herhalde ayın sonunu zor getiren pek çok sivil memurdan biri…

Darbeci sivil memur!

Yine tahmin ediyorum, o meşhur plan seminerinde kendisine yazıcılık veya kayıt görevi verilmiş. Ötekiler gibi, mahkemenin onun hakkında verdiği kararın gerekçesini de merakla bekleyeceğim.

Bir mahkemenin böyle kararlar vermesi inanılır bir şey değildir. Tanıklar dinlenmeyecek, bilirkişi raporlan dikkate alınmayacak, üzerinde oynanmış, düzmece, imzasız belgeler delil olarak kabul edilecek, olacak iş değildir.

Vay efendim, şimdi Yargıtay aşaması varmış da!..

Yargıtay bu kararlan onarsa sanıkların Anayasa Mahkemesi’ne gitme hakkı varmış da!..

Anayasa Mahkemesi de geri çevirirse, o zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeleri gerekirmiş de!..

Çok güzel bir atasözümüz vardır “Ölme eşeğim ölme” diye…

Aynen bu durumu yaşamaktayız.

Şimdi bakınız, bundan sonra olacakları ben size anlatayım. Lütfen benden duymuş olmayın, kimseye söylemeyin!

Hiçbir hükümet böylesine adaletsiz, yandaş ve siyasi bir yargıyı sırtında sonuna kadar taşıyamaz. Balyoz‘da verilen haksız cezalarla, kamu vicdanıyla birlikte adalet de incindi.

Bunlar niçin oldu?.. Çünkü hükümetin gündeminde yeni bir plan var:

Genel af çıkarmak.

Böylece bir taşla üç kuş birden vurmuş olacaklar:

1- Bu afla birlikte Abdullah Öcalan dahil tüm PKK’lı teröristler salınacak. Böylece Tayyip ülkenin Kürtçü kesimine hoş görünecek, altında ezildiği terörü bu yolla bitirme hayallerini yeniden kuracak!

2- Aynı uygulama doğrultusunda Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalardan hüküm giyenler de -teröristler sayesinde- affedilecek.

3- Öteki mahkumlara da af getirilecek, tüm mahkumların ve ailelerinin gönlü alınmış olacak.

Başka bir deyişle Rahşan affından sonra Tayyip affı getirilmiş olacak.

Bu siyasi oyun bütün tutuklu ve hükümlülerin ve onların ailelerinin üzerinden oynanacak.

Bunu ya ilk genel seçimden önce, ya da Tayyip’i Başkan seçtirdikten önce veya sonra yapacaklar.

Tayyip böylece kamuoyunun önüne çıkıp “Bakın ben ne kadar affedici, ne kadar insancılım” diyecek!

Bir sürü insanımız da bu tuzağa ne yazık ki düşüp oylarını yine onlara verecek.

Sevgili okuyucularım, Balyoz ve Ergenekon gibi davalarda Türk Ordusunun 2003 yılındaki neredeyse tüm komuta kademesi tutuklandı. 2003, darbe toplantısı olduğu iddia edilen Balyoz seminerinin yapıldığı tarih.

Şimdi o günlerdeki komuta kademesinin en tepesine kısaca bir bakalım:

Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman.

Onlar suskun. Onlar konuşmuyor.

Şimdi aynı dönemin “Darbeci (!)” ve hepsi de tutuklu olan, bazıları hapis cezası alan öteki üst düzey komutanlarına bakalım:

Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan, Ege Ordusu Komutanı Hurşit Tolon…

Ve benzer davalarda öteki birliklerden şimdi her biri yine tutuklu olan nice general ve amiraller, albaylar ve öteki subay ve astsubaylar. Sayılan binden fazla.

Şimdi ben vatandaş kimliğimle bazı sorulara yanıt arıyorum, bir türlü bulamıyorum… Ve o yüzden kendi kendime soruyorum:

“İçlerinde Kuvvet Komutanları var, Ordu Komutanları ve daha nice komutanlar var. Bunlar darbe yapmaya soyunmuş! Hele Çetin Doğan, Balyoz davasının bir numaralı sanığı… İstanbul, Trakya ve çevresindeki bütün birlikler onun emrinde.

Jet üsleri ve uçaklar Fırtına Paşa’nın, deniz üsleri ve savaş gemileri Örnek Amiral‘in, Ege Ordusu Hurşit Tolon’un emrinde.

Bunlar böylesine büyük bir askeri güce hükmediyorlar… Ve varsayalım bu güce dayanarak darbe yapmaya kalkışıyorlar.

O halde niçin yapmıyor veya yapamıyorlar?

Bu komutanlar bu kadar geri zekâlı, yeteneksiz, niteliksiz, korkak mı? Ya da birilerinden mi çekiniyorlar? Örneğin Hilmi Özkök, ya da Aytaç Yalman’dan mı korkmuşlardır!”

İyi de, “Darbeci” olan adam kelleyi koltuğa, ölümü göze almış adamdır. Hesabını yapar, önündeki bütün engelleri devirmek için planını önceden kurar. Başarırsa devlet başa, başaramazsa kuzgun leşe!

Böylesine muhteşem bir askeri güce sahip olan darbeci bir komuta kademesi varsa ve darbe yapmayı kafaya koymuşsa, olayı Hilmi Bey veya Aytaç Bey dâhil hiçbir güç durduramazdı.

Onların işi kolaydır, karargâhlardaki iki manga askerle biter.

O halde akla şu soru geliyor:

Bunlar madem darbe yapmaya soyunmuştur, ellerinde böylesine büyük bir askeri güç olmasına karşın niçin yapmamış ya da yapamamışlardır?

Bakınız, bu soruya bugüne kadar hiç kimse yanıt aramadı. Balyoz mahkemesi de bu sorunun yanıtını aramadı…

Çünkü arasaydı, böyle bir şey olmadığı açıkça ortaya çıkacaktı.

Üstelik bu soru kamuoyu önünde tartışılmadığı gibi, hiç kimse tarafından da sorulmadı.

Balyoz davası, ardında bir sürü haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik bırakarak sona erdi.

Böylece Türk Ordusu için Tayyip-ABD-AB- Cemaat dörtlüsü tarafından kurulan tasfiye planında çok büyük bir adım atılmış oldu.

Hükümet kesiminden yuvarlak laflarla gelen göstermelik açıklamalara dikkat ediniz. Hemen hiçbiri “Adalet yerini buldu” deyip bu kararlan savunamadı. Hepsi aynı lafı geveliyordu:

“İşin henüz Yargıtay aşaması var, Yargıtay’ı bekleyelim!..”

Balyoz kararlan kamu vicdanını tatmin etmedi. Medyadaki liboşlar bile tepki gösterdi.

Özel mahkeme hem adalete, hem de yargıya leke sürdü.

Askerlere bu cezaların verilmesine sadece iki kesim alkış tuttu:

AKP yandaşı şeriatçı medya ile PKK yandaşı gazeteler! İlişkilerin ve bağlantıların rezilliğini görün.

SÖZCÜ

KURTUL ALTUĞ: Karışık kafalar


At iziyle it izinin birbirine karıştığı, demokrasinin giderek rafa kaldırıldığı,hukukun yok sayıldığı,insan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayıldığı ve toplumsal yapının bütün değerlerinin yok edilmek üzere olduğu bir dönemi yaşıyoruz.

Türk Halkı doğru bilgilendirilmiyor. Gerçekleri anlatarak halkın öğrenme ve ülkesinde olup bitenler hakkında konuşabilme, düşünce özgürlüğünü alabildiğince kullanabildiği bir ülke olmaktan çoktan çıkmış durumdayız sanki. Oysa Sayın Başbakan 4. AKP büyük Kongresi’nde ifade etti ki:

“-Yüzde 99’dan bir tanesi bile bize ters de gelse düşünce ve fikirlerini söyleyebilmelidir.”

Doğrudur. Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede kimsenin demokrasiden söz etmeye hakkı yoktur.

Şöyle böyle 2010 yılından bu yana yaşadıklarımıza, tanık olduklarımıza bakarsanız medyanın durumunu anlamakta güçlük çekmezsiniz. Yalan yazmak ya da yalanı bir çıkar aracı olarak kullanarak basın ahlakını ve özgürlüğünü, düşüncenin erdemini bir yana koyup ille de bir tarafın yanında olmak tarihinde çok onurlu sayfalar bulunan Türk yazarlık, gazetecilik yaşamının doğasına uyuyor mu yoksa uymuyor mu?

Bu dönemlerin 50 yılını gençliğinden yaşlılığına kadar yaşamış bir gazeteci olarak olup bitenlerden utanıyorum ve inanın kendime yan gelip yatmak ve keyfime bakmayı yakıştıramıyorum.

Bugüne dek tam 15 kitap yazdım. Daha fazlasını yazmak istiyorum ama gözlerim buna elvermez bir durumu yaşıyor.Dün bu sütunu boş bırakmamın iki nedeni vardı birisi gözlerimdeki rahatsızlık ve onunla baş edebilmenin yolları aramak diğeri üst üste iki ameliyat geçirmiş olan eşimle meşgul olmak. Dünkü yazımı yazamamaktan işte bu nedenle kendimi sorumlu hissetmekteyim. Her yazdığım kitapta, yazıda , her televizyon programında insan hak ve özgürlüklerinin yanı sıra insanın en doğal hakkı olan seçme ve seçilme hakkı ve seçilme hakkını yani siyasal hakkını korumayı ilke edindim . Bu nedenle Tahkikat Komisyonlarına çıktım, hapishaneleri sık sık ziyaret ettim.

Amacım demokrasinin tüm özelliklerini , Cumhuriyetin Atatürk tarafından belirlenmiş ilkelerini savunmak oldu Yassıada’da tanıklık yaptım arkasından başında bulunduğum gazetede eski demokratların ellerinden alınan siyasi haklarını iade ettirmek için mücadeleyi bir ulusal ve onurlu görev saydım. Talihli ya da kader diyelim; bana hep ”bunalımlı zamanlarda” görev verdi.

12 Eylül darbesinden sonra kapatılan siyasi partileri, siyasetçilerin savunması da bana düştü. Onda da başarılıydık.Şimdi onlar tıpkı eskiden olduğu gibi yine benim yakın dostlarım .Bunları şunları şunun için yazmak zorunda kaldım ; yazılı ve sözlü basının muhalefet hakkı olmalıdır.Ancak hiç kimseyi yada aileyi hedef alarak, saygı sınırları dışında karalamamak kaydıyla.Yani birilerini”hain” ilan ederek onunla aynı Anayasa masasında bulunmayı içine sindirerek ısrarlara karşın kalkmayı düşünmemek gibi.Onu hani, ilan ederken acaba siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz?Hainle Ortak mı?

AYDINLIK

Zahide Uçar: Haçlı Takke Giyerse…


Soğuk savaş sonrası Pentagon yeni düşman olarak Müslümanları belirlemişti. 11 Eylül günü sözde İslami teröristler ikiz kuleleri vurmuşlardı(!).. Böylece İslami terörist kavramı Dünya insanlığının beynine nakşedildi. İlk hedef Afganistan oldu. Türkiye NATO’ya bağlı bir devlet olarak Afganistan’da yerini aldı. Afganistan’daki hatırı sayılır Türk nüfusu kimsenin aklına gelmedi.

Atatürk’ü yıllardır Batıcı diye suçlayan takkeli haçlı güruh, Atatürk’ün Afganistan ile kardeş ilişkileri kurduğunu ve Afgan kralı Amanullah Han’ın ıslahat konusunda Atatürk’ü örnek olarak gördüğünü ve askeri alandaki düzenlemelerde Türkiye’nin desteğini istediğini yazmazlar. Söylemezler.

Sonra Irak. Haçlı ittifak Irak’a saldırmadan önce Bush “bu bir haçlı savaşıdır” demişti.

Haçlı bu sefer daha deneyimli geldi. Zenginliklerinizi elinizden almaya geliyoruz demedi. Ne dedi?

“Size demokrasi getireceğiz” dedi. Ve işgalci olduğu anlaşılmasın diye de işgal ve talana TAKKE giydirdi.

Libya’dan Türkiye’ye koynunda haç, beyninde Davut yıldızı, seccadesinin yönü Pentagon olan takkeli Haçlı güruh, dışarıdan gelen Haçlıya kale kapısının anahtarını içeriden attı. Takke giymiş Haçlı güruh, küresel ittifakın işgalini masumlaştırma rolünü oynuyordu. Sözde mazlumdu.

Bizdeki takkeli Haçlılar Atatürk’ü yıllarca Batıcı diye suçladı. Müslüman dünyaya sırtını dönmekle suçladı. Kendileri Müslüman coğrafya’ya yüzlerini döndüler ama Haçlı ile birlikte tecavüz etmek için dönmüşler meğer.

Oysa Atatürk “yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek ilk adımı Sadabat Paktını kurarak atmıştı. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937′de Tahran’da Sadabad Sarayı’nda imzalanan dörtlü saldırmazlık paktı anlaşması ile komşularımızla yakın ilişki kurdu. İran ile öyle yakınlaşmıştı ki; İran Şahı Atatürk’e abi diyordu.

Ülkemizdeki TAKKELİ Haçlılar Türkiye’yi Haçlı için cephe ülkesi haline getirdi. Erdoğan zaten Haçlıların bile aklayamayacağı şekilde Haçlı çapulcuları aklamış, Haçlıların aslında Anadolu’ya “bilim-sanat” getirdiğini bile söyleyebilmişti.

Dün Akçakale’ye henüz kimin attığı belli olmayan top atışı sonucunda 5 vatandaşımız hayatını kaybetti. 9 vatandaşımız da yaralandı. Erdoğan mal bulmuş mağribi gibi bir açıklama yaptı. Erdoğan;

“Bugün saat 16.30 sularında Suriye rejim güçlerince açılan top ateşi sonucunda, Şanlıurfa’ya bağlı Akçakale ilçemizde 5 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 9 vatandaşımız da yaralanmıştır.”
Dedi.

Oysa Suriye Yönetimi ile irtibata geçilmemiş, bombayı kimin attığı da kesinleşmemişti. Zat-ı Takkeli’ye Suriye ile savaş diye görev verildi ya? BOP Eş Başkanı ya? Suriye’ye saldırmak için bir fırsat doğdu diye düşünüyor olmalı. Yoksa ölen-yaralanan vatandaşlarımız umurunda olsa Türkiye’ye saldıran küresel fahişelerin konakladığı Kandil’e gider, çakal yuvasını tarumar ederdi. O ne yapıyor? Suriye’ye vuruyor.

Türkiye %90’ı yabancı olan kiralık katillerden kurulu sözde “Muhalif Suriye Ordusunu” Ülkemizde barındırıyor mu? Barındırıyor. O katiller Suriye’de kadın çocuk demeden kesiyor mu? Kesiyor. Takkeli Haçlı hükümet bu katillere silah-mermi temin ediyor mu? Ediyor.

Abdüllatif Şener;

“AKP’nin verdiği silahlar Suriye’deki muhaliflere veriliyor. O muhalifler içinde PKK da var. Erdoğan’ın verdirdiği silahlar PKK’nın da elinde olabilir ve o silahlar Mehmetçiği şehit etmiş olabilir”
demişti.

Şimdi biz soralım:

Muhalif Suriye Ordusu denilen %90’ı yabancı olan, El Kaide militanlarının da içinde olduğu bu güruha sağladığınız ağır silahlar Türkiye’nin Suriye’ye girmesini sağlamak için Türkiye’ye karşı kullanıldı mı?

Tabii ki sizler hayır diyeceksiniz. Topuk selamı verirken bel kıran Paşa’da hayır diyecek. Ve tabii ki biz sizlere inanmayacağız. Çünkü Suriye’de düşürülen uçak konusunda millet yanıltıldı diye biliyoruz. Erdoğan Rusya’ya gittiğinde Putin uçağımızı kimin düşürdüğünü belgeleri ile Erdoğan’ın önüne koydu. Ve Erdoğan o belgelerden uçağımızı İsrail’in düşürdüğünü öğrendi.

İsrail, Amerika ve İngiltere Türkiye’yi tek başına Suriye ile savaştırmaya çalışırken, Özgür Suriye Ordusu denilen katil sürüsünün içinde MOSSAD, CİA, İngiliz istihbaratı cirit atarken, Türkiye’ye bombaların düşmesi kaçınılmazdır.

Amerika’da bir savaş oyunu oynanmış, bu savaş oyununda; Kahramanmaraş ve Urfa gibi illerimize bombalar düşüyor, Türkiye Suriye’ye girerek işgal ediyordu.

Haçlı perde açıldı. Takke giymiş Haçlılar göreve hazır.

Kaddafi’nin ellerine bulaşan kanı kurumadan Suriye’nin mazlum halkının kanını akıtmak için hazırolda bekliyorlar.

Oysa Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri dışında kalan Arap coğrafyası Çanakkale savaşında dizlerinin üzerine çökene kadar bizimle birlikte savaştılar.

Takke giyen Haçlı Güruh şimdi bizimle birlikte savaşan bu milletlerin çocuklarını Haçlı ile birlik olup katlediyor. Türk Milleti’nin alnına yıllar sürecek utanç verici bir kara leke sürüyor.

2007 yılında “biz İranlaşıyoruz” diyen saflara; “hayır, biz İran değil, Suudileşiyoruz” demiştim. Amerikan uşağı, geçmişte İngiliz ile birlik olup Osmanlı askerlerini arkadan vuran Suudiler… Osmanlı eserlerini kazıyıp hatıralarını bile Suudi Arabistan’dan kazırken, İngiliz casus Lawrence’nin evini müze yapan Suudiler.

Gölcük depreminde bütün dünya yardıma koşarken kılını kıpırdatmayan ama petrol paralarını ABD’nin hizmetine sunan Suudi Kralı… O Kralın ülkemizde ki müttefiki takke giymiş Haçlılar…

Bir mesleki eğitimde Tunuslu Mühendisler vardı. Arkadaşlardan biri Tunuslu mühendise; “ülkenizde Türkleri seviyorlar mı” diye sordu. Tunuslu; “hayır” deyince soğuk bir hava esti. Soran arkadaş nedenini sorduğunda verdiği cevap hepimizi yerimize çiviledi. Şöyle açıkladı Tunuslu mühendis;

“Büyüklerimiz Türkler bizi Fransızlara bıraktı diye sevmiyor.”

Oysa Osmanlı kendi derdine düşmüştü. Anadolu yanıyordu. Anadolu için bir şey yapamayan Osmanlı Tunus için nasıl çare olabilirdi? Bu durumda bile “bizi Fransızlara bıraktı” diye duygusal bir yaklaşımla Türklere kızan Tunus Halkını düşünürsek… Takke giymiş Haçlıların Ortadoğu’ya küresel seri katillerin yanında öncü tetikçi olarak girmelerinin Müslüman coğrafyada yıllar sürecek travmasını bir düşünelim. Bu fitne tohumunu ekmeye kimsenin hakkı yoktur.

Illuminati’nin çekirdek üyesi ve Amerikan Medya imparatoru Rupert Murdoch ;
“Trokya Toplantısı, Illuminati’nin yemek buluşmasıydı. David Rockefeller, Guy Rothschild ile baş başa yaptığımız sohbetlerin bir kısmını veriyorum:

İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.

Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
(Kaynak: http://milliyetcigorus.com/?p=2367)

Üstteki yazıyı okuduğumda aklıma 2005 yılında dinlediğim bir iddia geldi. İddia şöyle idi:

Küresel elit Erdoğan’a Konya merkezli halifelik vaat etti. Bu bağlamda Türkiye beşe bölünecek. Erdoğan Konya merkezli kurulacak olan hilafetin Halifesi olacak.

O tarihlerde bu iddiaya gülmüştüm ama Erdoğan gibi psikologların alanına giren bir kişiliğin bu kadar uç bir vaade itibar etme olasılığı var.

Vatikan şu anda Küresel çetelerle uyum içinde hizmet ediyor. Konya merkezli bir hilafet projesi ile Türkiye’de rahatça Sevr uygulanabilir. Bütün İslam alemine Evanjelist Müslüman bir halife… İslam alemi de böylece kontrol edilir. Şerif Hüseyin halife oldu diye düşünün siz(!)..

Yalnız Şii ve Aleviler bu Sünni halifeye biat etmeyecektir.

Günümüzde Şii ve Alevilere yapılan saldırının altında bu proje olabilir mi?

Saddam’a çok şey vaat edenler acaba BOP EŞ Başkanlığına karşılık Erdoğan’a hangi vaatlerde bulundu.

Küresel çetelerin Türkiye’de tıkır tıkır işleyen projesinin sadece AKP merkezli olmadığı, meclis odaklı muhalefet(lider bazında), devletin önemli kurumları ve Özkök’ten başlayarak askerin bazı paşalarının da bu projede iş birliği içinde olduğunu görmeliyiz. Ancak bu hakikati görürsek kurtuluş mücadelesinde TUZAĞA DÜŞMEYİZ.

NOT:Suriye Yalta anlaşması ile Rusya’nın güç alanına terk edilmiş bir ülkedir. Küresel çete şimdi Rusya’nın güç alanına tecavüz ediyor. Suriye’ye savaş açılırsa, küresel santraç tahtasında ABD Rusya’nın önemli bir taşını yemiş olacak. Rusya bu kayba sessiz kalırsa, büyük devlet olma iddiasından vaz geçmiş olacaktır. Bu mümkün olmadığına göre Rusya ne yapacaktır?

Rusya bu durumda hamle yaparak Azerbaycan’a saldırabilir. Bu durum asla göz ardı edilmemelidir.

İLK KURŞUN

SABAHATTİN ÖNKİBAR: Başardın Davutoğlu! /// CC : @sonkibar


Başardın Davutoğlu!

Adı : Financıal Times.

Küresel baronlarla finansçıları yayın organı.

Dünkü birinci sayfasından anansladığı haberinin başlığı , ” Kürtler Temel Atıyor” idi.

Haberin içeriğinde ise Suriye Kürdistan’ın inşası anlatılıyor yani kurulan karakollarla polis teşkilatı ve mahkemelere kadar özerk bir

yapı hatta bağımsız bir devlet için gerekli olan alt yapının ihyası var.

Bu şekilde ”Kuzey Irak ”tan sonra ”Kuzey Suriye ”de artık literatürümüze resmen girmiş oldu.

Suriye’de Kürdistan’ın kurumsal olarak yaratılması ise Büyük Kürdistan projesinin en önemli merhalesidir.

Peki, bunun mimarı kim midir?
Ahmet Davutoğlu ya da onun mensup olduğu AKP iktidarıdır!
Evet! Eğer yanlış Suriye politikası izlenmeseydi, Suriye’de
kaos olmayacak ve başımıza “Kuzey Suriye” diye yeni bir bela açılmayacaktı.

”Suriye Kürdistan’ı niye mi bela ?

Sadece PKK’nın yeni merkezi olacağı için değil , aynı zamanda 4 ayrı ülkede bulunan Kürtlerin bir araya gelip ortak devler kurmasının önü
açılmış oldu ki bunu anlamamı , Türkiye’den büyük bir parçanın ya da bölgenin koparılması demektir.

Buradan hareketle ortaya çıkan fotoğraf nettir ve o da Büyük Kürdistan’ın aslında Ankara’da bizzat AKP tarafından kurulmaya çalışıldığıdır.

Öyle çünkü izlenen Suriye politikasnın bundan başka izahı olamaz!

Soruyorum : AKP , Beşar Esad politikası ile Suriye Kürtlerinin önünü açmanın ötesinde hangi sonumu aldı ?

Bu arada Barzani’nin yakın dostu olan Mir Dengir Fırat gibi AKP’lilerin , ”Türkiye ya büyüyecek ya da küçülecek aksi mümkün değil” demeside
bulunduğumuzsüreci anlatıyor.

Büyüme , işin hamaseti yani Osmanlı gazlaması , asıl beyan ”küçülecek ” yani ” toprak koparılacak” imasıdır.

”Kör göze parmak” misali her şey bu kadar aleni iken toplumun ve kamuoyunun ”kuzuların sessizliği” misali olması kahredicidir!

‘Hangi şerefsiz

zam yaptı ?’

Kemal Kılıçdaroğlu , kürsüde aynen şu ifadeyi kullanıyor :

-Zam emrini verenlere , ”bu zam neyin nesi ” diye sorsak , ”hangi şerefsiz zam yaptı” diye sorar ya da inkar ederler.

Yok, emin olun Kılıçdaroğlu’nun yaptığı mübalağa değil.

Gelin hep beraber mini bir hafıza turuna çıkalım:

Birkaç yıl önceydi.

Bugün dünyanın en pahalı benzinini satan AKP , o günlerde yine benzine zam yapmıştı.

O dönem kamuoyu biraz daha özgür olduğu için , ozamma feveran etmişti.

Derken hiç unutmam , Kars civarında yurt gezisinde olan Başbakan Erdoğan , şu demeci verdi :

– Bu zam nein nesi kardeşim.Kim karar verdi buna?Ankara’ya gidince hesabını soracağım .

Evet , beyan aynen bu idi ki isteyen ”google” arşivinden bunu bulabilir.

Düşünün , uçan kuşlara bile istikamet tayin etmeye kendii muktedir gören Tayyip Erdoğan ‘ın, yapılacak olan benzin zamından haberi olmayacak , bu mümkün mü?

Ama buna rağmen Erdoğan , o sözleri edebildi.

İşte bunundan ötürü ”Kılıçdaroğlu’nun o sözlerinde haklılık var” diyorum.

Duruşu olmayana, gazeteci ve aydın denebilir mi?

Aydın ya da münevver, tavır alabilen , meydan okuyan ve gerektiğinde bedel ödeyen insan demektir!

İşte size Türk matbuatından birkaç resim :

-Fehmi Koru, Erdoğan için ”Obama gibi geldi,Bush gibi oldu”dedikten sonra Başbakan’ın hücumuna uğramadı mı?

Dahası Yenişafak’tan kovulmadı mı?Peki sonrası?
Koru , Erdoğan’a en yakın olan Star Gazetesi’nde yazar.Söyleyin , böyle birine ”bağımsız aydın” ya da
”münevver” denilebilir mi?

Peki ya Ahmet Taşgetiren ?

O da PKK bağlamında Erdoğan’ı eleştirdiği için Yeni Şafak’tan kovuldu ama zerre bir dik duruş sergileyemedi.

Keza AKP kongresi bağlamında Tayyip Erdoğan’a methiyeler düzen Fatih Çekirge ?

29 Şubat ile 2003 süreçlerinin medya Paşa’sının zikzakları gözler önünde degil mi?…

Aynı şekilde 2003′te bir gece ansızın ekrana çıkıp ”AKP gidiyor , milli koalisyon kuruluyor ” diyen Turgut Yılmaz ‘ın ,
Turgay Ciner’e emaneti olan Muharrem Sarıkaya’nın , AKP yardakçılığına ne demeli peki?

Bitmedi, Başbakan’ın uçağına binebilmek için onlarca ricacıyı araya sokan ve bu kutlu(!) özlemine kavuşan Fikret Bila ‘ya aydın ve mücadeleci gazeteci diyebilir
miyiz?

Sırların takasında
can alıcı soru

Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan arasında sırların takası mı var ?

Bunu niçin mi soruyorum ?

Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’de ne konuştuğunuz sorusuna verdiği mealen şu cevaptan ötürü:

-İçerik konusunda Büyükanıt Paşa konuşmazsa ben de susarım. Yok o konuşursa ben de bildiklerimi açıklarım.

Görüyorsunuz bu ifadede ,” sen benim sırrımı tut , ben de seninkini” gibi bir mesaj var.

Değilse üstelik Tayyip Erdoğan gibi çok iddialı bir Başbakan , üstelik İlker Başbuğ gibiler bile hapse giderken kılını kıpırdatmayan yani
Hakan Fidan misali sahiplenmeyen biri , Yaşar Büyükanıt’a böyle bir ayrılacalığı niye yapsın?

Peki, bu sırlar ne midir?

Ankara’da bu bağımda söylenenler var , lakin yazamam. Zira ispatı zor olduğu için suçlu olurum.

Ancak…

Yaşar Büyükanıt’ın , Erdoğan hakkında bildiği o sırrı , TSK’da başka bilen yok mu?

Büyükanıt o sırrı gökten yani ilahi aracılarla almadı ya?

Öyle ise o sırrı , Büyükanıt’a taşıyanlar neden susuyor?

Bir dedikoduya göre o sırlar , Erdoğan Cumhurbaşkanlığına aday olduğunda açıklanacak!

AYDINLIK

TÜRK ULUSU, AMERİKA UĞRUNA ATEŞE ATILMAK İSTENİYOR.


ABD, AKP bir Türkiye –Suriye savaşı başlatabilmek için kolları sıvadı.

Bu nedenle Türkiye, ABD’nin ve adamlarının yolgeçen hanına döndü.

Amerikan, İsrail ajanları ülkemizde cirit atıyor.

ABD Kurmay Başkanı geldi.

CİA yetkilileri geldi.

AKP militanlarının “Gurur duyduğu” Kukla Devlet Başkanı Barzani ve idam mahkûmu Haşimi geldi.

Tümünün de ortak yanı ulusal kuruluşlara, ulus devletlere karşı olmaları, BOP’un Ortadoğu’da gerçekleşmesi için ülkelerinde “bölücülük çalışmaları” yapması…

Haşimi bu nedenle kendi hükümeti tarafından idama mahkûm edildi.

AKP kongresinde ABD düşmanı İran, ülkesinin bütünlüğünü savunan Irak Hükümeti yoktu. Avrasya temsilcileri yoktu.

Katılanların tümü de Amerika yanlısı, Avrasya karşıtı, “Büyük Kürdistan” yanlısı ihanet odaklarıydı. Tümü de öz vatanlarının parçalanmasından yana olan kimselerdi. Öz vatanlarından “toprak çalma” girişimi içerisindeydiler…

Bütün bu yoğun gelip gitmeler, yoğun trafik, kapı arkası konuşmalar ve uzlaşmalardan sonra bombalar patlamaya başladı.

Akçakale’ye bombanın düştüğü gün Halep’te de üç büyük patlama oldu. Üç büyük bomba aracı patlatıldı. Ortalık Hiroşima’ya döndü.

Hem de bu patlamalar Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’ye geleceği 15 Ekim tarihinden önce gerçekleştiriliyor. Bir zamanlar, düşen uçağın pilotlarının Rusya’nın emri ile Suriye tarafından öldürüldüğü iddiası da ortaya atılmıştı. Sonradan bu haberin yalan olduğu üç devletin yetkilileri tarafından açıklandı.

Bu patlamalarla Batı, Rusya ile Türkiye’nin arasını açmanın yanında bir de “bir taşla iki kuş vurmak” istiyor:

Birincisi, Rusya ve Çin’le karşı karşıya gelmeden, Türkiye’yi tek başına Suriye üzerine sürmek; ikincisi, yavaş yavaş, ülkesindeki terörist hareketlere karşı koymaya başlayan ve bu amaçla “Özgür Suriye Ordusu”na Halep’te son vuruşu yapmaya hazırlanan Esat’ı durdurmak…

Çünkü Suriye’de savaşan karşıt güçlerin yüzde doksanının yabancılardan oluştuğu tüm dünya basınında yazılıp, çizilmeye başlandı. Beşar Esat bu vatansız güçlere darbe üstüne darbe vuruyordu.

Bu durum, hem Amerika’yı hem BOP eşbaşkanını telaşlandırdı.

Çünkü bu savaş, onlar için bir ölüm kalım savaşıdır.

BOP planının gerçekleşmesi, İkinci İsrail’in kurulabilmesi için Suriye’nin ve Türkiye’nin bölünmesi gerekir.

Suriye’nin bölünmesi demek, Türkiye’nin de bölünmesi demektir. Türkiye – Suriye savaşı PKK’nın elini güçlendirecektir ve bölünmeyi hızlandıracaktır.

ABD bunu çok iyi bilmektedir ve elini ateşe sokmadan Türkiye’yi maşa olarak kullanmak amacındadır.

Yine yalın bir gerçek daha var ki, bu savaşın sonunda ya Esat gidecek, ya Tayyip gidecektir…

ABD, AKP, Barzani ve İsrail tüm umutlarını Suriye’nin Libya’ya dönüşmesine bağlamışlardır.

Ve onun için AKP aylardan beri, “Suriye’ye müdahalenin koşullarını nasıl yaratabiliriz?” telaşı ve çabası içerisindedir.

İşte bu nedenle AKP iktidarı ve ABD bu saldırıya “Mal bulmuş Mağribi” gibi sarıldı.

AKP, topun kimin tarafından atıldığı, cinsinin ne olduğunu araştırmaya bile gerek duymadan hemen misilleme hareketine girişti. Amerika da hemen her ortamda onu destekleyeceğini ve arkasında olduğunu ilan etti.

Amaç hem AKP hem de ABD tarafından, savaşa karşı olan Türkiye halkının ikna edilmesi, Suriye’ye karşı kışkırtılmasıydı. Çünkü yapılan anketlerde halkın yüzde 60’ı “savaşa hayır” diyordu ve Hatay Direnişi hem ABD’nin hem AKP’nin gözünü korkutmuştu. Öteki kentler de sıradaydı ve gösterilere hazırlanıyordu.

Şu anda ulus olarak, ülke olarak çok tehlikeli bir süreçten geçiyoruz.

Urfa Akçakale’ye düşen bomba kesinlikle bir provokasyondur. Muhalif güçlerin ya da uluslararası güçlerin provokasyonudur. Çünkü Suriye, şu ortamda, Türkiye’ye bomba atacak kadar aklını peynir ekmekle yememiştir.

Zaten komşu ülke, olaydan sonra yayınladığı bildiride de “Olayı araştıracağını” söylemiştir. Ayrıca yaşamlarını yitiren Türk vatandaşlarını da “şehit” olarak nitelemiş, ailelerinin acılarını paylaştığını vurgulamıştır.

Şu bir gerçek ki, Erdoğan – Gül ikilisi başından beri Suriye’ye karşı çok hatalı bir politika izlemektedir.

Ülkemizi “teröristlerin barındığı kamplar cenneti” haline dönüştürmüşlerdir. Teröristler işe giden görevliler gibi, gündüz saldırılar düzenlemekte, gece gelip rahat yataklarında güven içerisinde, mışıl mışıl uyumaktadırlar.

Şimdi buradan tüm yurtseverlere, tüm vatandaşlarımıza, ayrım gözetmeksizin tüm milletvekillerine bir kez daha sesleniyoruz.

SAVAŞ KIŞKIRTCILIĞINA VE SAVAŞ ÇIĞIRTKANLARINA KARŞI ÇIKALIM.

AKP ile Türkiye’nin geleceği karanlıktır ve tehlikededir.

BİR AN ÖNCE ULUSAL HÜKÜMETİMİZİ KURUP, ABD EMPERYALİZMİNDEN VE KUKLALARINDAN KURTULALIM.

Çünkü böyle bir savaş en çok Türkiye’ye zarar verir.

Türk ordusuna da sesleniyoruz:

SEN BOP’UN DEĞİL, TÜRK ULUSUNUN HİZMETİNDESİN VE İLKEN “YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ” OLMALIDIR.

YENİDEN MEHMETCİK KANI AKMASIN…

FİDANLARIMIZI BOP YOLUNA, AMERİKA YOLUNA, BİR HİÇ UĞRUNA, KURBAN ETMEYELİM…

Ali Eralp

İLK KURŞUN

Prof. Moşe Ma’oz ile Söyleşi: İsrail ve Arap Baharı


BİLGESAM Orta Doğu uzmanı Tuğçe Ersoy Öztürk, Moşe Ma’oz ile Arap Baharı sürecinde yaşanan gelişmelerin İsrail cephesinde oluşturduğu algı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Profesör Ma’oz, Orta Doğu ve Arap dünyası konularında uzmanlığı ve bölgenin siyasi, iktisadi ve ideolojik eğilimleri üzerine yaptığı çalışmalar ile tanınmaktadır.

Soru: İsrail’in Arap Baharı algısı sizce nasıl şekillenmektedir?

Öncelikle İsrail’deki siyasetçiler ve akademisyenler, Arap Baharından etkilenen ülkelerin İran’da olduğu gibi militan bir hale dönüşeceği doğrultusunda tepki verdiler. Ve benim de içinde bulunduğum diğer bir grup ise “Hayır, bekleyelim ve görelim, bu İslami bir kış değil” görüşündeydi. Bugün bölgede şahit olduklarımız gerçekten dikkate şayandır. Belki konuşmak için erken ama gene de söyleyebilirim ki, Ortadoğu’da şahit olduğumuz “İslami demokrasidir”. El-Gannuşi ve en-Nahda ile Tunus’ta, militan olacağını düşündüğümüz ama liberal İslami bir ülke haline gelen Libya’da; hatta Tunus seçimleri sürecinde gözlemlediğim üzere, Müslümanlar bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde İslami bir ülke olan, ılımlı ve liberal bir rejime sahip olan Türkiye modelini uygulamaya çalışmışlardır. Saydığım ülkelerde bu model farklı bir şekil almaktadır ama yine de bu rejimlere güvenilebileceğini düşünüyorum. Bu rejimler dünyanın her yerinde mevcut: Tunus’ta, Malezya’da ve diğer ülkelerde… Netice olarak, Arap Baharından çıkacak sonucun çok çok önemli olduğunu düşünüyorum ve siyasetçilerin de hala çok temkinli olduğunu eklemek istiyorum. Öte yandan, şunu da belirtmekte fayda var, Arap Baharı süresince yaşanan halk ayaklanmalarından sonra kurulan yeni rejimler ve cumhuriyetler Filistin sorunu ile giderek daha fazla ilgilenmeye başlayacaklardır. Maalesef birçok İsrailli ve özellikle İsrail hükümeti, Müslüman kamuoyu ve yönetimler açısından, buna Türkiye’yi de dâhil edebiliriz, Filistin sorununun bir dayanışma noktası olduğunu hala anlamamıştır.

Soru: Arap Baharının siyasi dönüşüm aracılığıyla bölgesel barışı elde etmede faydalı bir model olabileceği hususundaki görüşleriniz nelerdir? Siyasi dönüşümle bölgesel barışın elde edilebileceğine inanıyor musunuz?

Tüm Arap dünyasında otoriter askeri rejimlerden demokrasiyi destekleyen yeni rejimlerin oluşum ve dönüşüm sürecine tanıklık etmekteyiz. Artık, halklar temsil ediliyor. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, Tunus, Libya, Mısır ve sürecin etkilediği diğer ülkelerde hayal ettiklerimizi elde edebilmiş değiliz. Bilindiği üzere, Yemen aşiretler arası bir çatışma içerisine girdi. Öte yandan, Suriye çok ilginç ve çetrefilli bir konu olarak önümüzde durmakta. Alevi diktatörlükten belki daha farklı bir siyasi sisteme geçilecek ancak Suriye’nin nasıl bir siyasi dönüşüm geçireceğini, yeni rejimin militan mı ya da ılımlı mı olacağını henüz bilmiyoruz. Ama bu dönüşümlere tanıklık etmek,bu dönüşümleri izlemek heyecan verici… Diğer ülkelerde ise, örneğin monarşilerde çok fazla değişim gözlenmemekte. Ben bunu Hz. Muhammed’e olan İslami bağ ve bağlılıkla açıklıyorum. Fas, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi ülkeler hâlihazırdaki siyasi sistemlerini koruyacak ve yakın bir gelecekte bir dönüşüm geçirmeyecek.

Soru: Ürdün Kralı Abdullah, geçtiğimiz günlerde Arap dünyasındaki halk hareketlerinin İsrail’in yalıtılmışlığını, yalnızlığını artırdığını söyledi. Bölgedeki halk hareketleri ve dönüşümler karşısında İsrail’in duruşu ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Sürekli dile getirmekte ısrar etmiş olduğum üzere, ana problem Filistin sorunudur ve İsrail’in bunu anlaması gereklidir. Ben gerçekten 2000 yılında Suudi Barış Girişimi olarak lanse edilen plandan bahsetmek istiyorum. Bu plan tüm Müslüman uluslar tarafından kabul edildi. Biz de bu planı kabul etmek istiyoruz; bunu hem güvenliği sağlamak hem de kurulacak bir Filistin devletiyle normal ilişkiler geliştirebilmek için istiyoruz. İsrail hükümetinin bu planı desteklemesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, Arap Baharı sayesinde yeni rejimlerin ve halkların Filistin sorununun çözümü hususundaki kaygıları giderek daha da artacaktır; bunun nedenini ise İsrail’in Filistin sorununu çözmemesine bağlıyorum. Hatta İsrail bunun aksine Filistinlilerle müzakereleri yenilememekte, daha fazla yerleşim birimi inşa etmekte ve daha fazla toprağa el koymaktadır. Bu açıdan İsrail sadece Orta Doğu’da değil, aynı zamanda Avrupa’da da yalnızlaşmaktadır. Ben Obama’nın da bu konuda baskı uyguladığını düşünüyorum çünkü o da İsrail hususunda endişeli. İsrail, Filistinlilere yönelik politikaları yüzünden giderek yalnızlaşmaktadır. Bu politikanın İsrail hükümeti içerisinde de çok örtülü ve anti-demokratik bir şekilde yürütüldüğünü söyleyebilirim. Gerçi liberal demokrasi imajı artık tüm dünyada çok sorunlu bir hale geldi.

Soru: İsrail Mısır’daki seçim sonuçlarını nasıl karşıladı? Müslüman Kardeşlerin seçimlerin galibi olması İsrailli politikacıları şaşırttı mı? Sizce Müslüman Kardeşler siyaseti “İslamileştirecek” mi ve İsrail’e yönelik düşmanlığı besleyecek mi?

Aslında sürpriz olmadı. Ayrıca tüm İsrailliler Müslüman Kardeşlerin tamamının militan ve anti-Semitik olduğunu düşünmüyor. Hatta Mısır hükûmeti dahi biliyor ki, Müslüman Kardeşlerin aşırı ideolojileri var, ama pratikte farklı davranıyorlar. Seçimler olduğundan beri Müslüman Kardeşler İslami demokrasi üzerinde çalışıyorlar. Öte yandan, Çin, Rusya, Amerika, Türkiye, İsrail ve İran gibi küresel ve bölgesel güçleri dengeleyebilecek bir politikaya ihtiyaçları var. Mısır hükümeti İsrail’e yeni büyükelçisini henüz atadı, İsrail ile yapılmış olan anlaşmayı koruyacaklarını açıkladılar. Müslüman Kardeşlerin İsrail’e topyekûn savaş açacağı imajı bence doğru değil. Ayrıca eğer iktidardaysan, politikalarını belirlerken kararlarını etkileyecek her türlü faktörü dikkate alman gerekir. Müslüman Kardeşlerin beslemek zorunda olduğu 85 milyon Mısırlıdan oluşan bir sıkıntısının olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan da Amerikan yardımına ihtiyaçları var. İsrail ile barışı devam ettirmeye ihtiyaçları var. Ben yeni rejimin çok daha demokratik olacağına inanıyorum. Ancak şunu da belirtmek istiyorum ki, buradaki demokrasi Batı ya da Amerikan tarzı demokrasi olamayacak; bölgeye özgü bir İslami demokrasi olacak, temsili, eşitliği ve kadınlara ve azınlıklara iyi davranılmasını sağlayan bir demokrasi…

Soru: Geçtiğimiz günlerde Mısır Başkanı Muhammed Mursi’nin Silahlı Kuvvetler Yüksek Konsey Başkanı ve Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi ile Sami Enan’ı görevden aldığı haberlerini okuduk. Mursi’nin bu hareketi İsrail siyasi çevresinde nasıl algılandı? İsrail bakış açısından bu hareketin sonuçları neler olabilir?

İsrail Mısır’daki seçim sonuçlarını şaşkınlıkla karşılamadı ama bu sonuçlardan memnun da kalmadı. Müslüman Kardeşler oyların %45’ini alırken, Selefilerin el- Nur partisi %28’ini aldı. İsrailliler ise “Tamam, en azından ordudan başka bir güç merkezimiz daha oldu” diye düşündüler. Sonra da Mursi, Tantavi’yi görevden aldı. Bunun üzerine İsrailli politikacılar yeni rejimin İsrail karşıtı olacağı hususunda endişelenmeye başladılar. Bir kez daha İslam korkusu atmosferi… Ama benim artık bunlara karnım tok. Çünkü yeni rejim bile, örneğin yeni genelkurmay başkanı ve savunma bakanı Abdülfettah Halil el-Sisi İsrail ile Sina hakkında görüşmelerde bulundu. Bakınız, bu bir çıkar meselesidir. İdeolojiler var elbette ama çıkarlar her zaman ayrı bir önemi haizdir. Sonuç olarak, demem o ki, İsrail yeni duruma uyum sağlayacaktır. Mısır artık Mübarek’ten ibaret değil, Mursi ile de birlikte yaşayabiliriz. Ben burada genel eğilimlerden bahsediyorum. Şunu da söylemek istiyorum, sadece yekpare bir İsrail görüşü yok; bununla ilgili bir deyim vardır: İki Yahudi, dört fikir…

Soru: Size göre Mısır’daki yeni hükumetin Filistin-İsrail sorununa yönelik takınacağı tavır ne olacaktır? Sizce yeni hükumet Filistin direniş tarafını destekleyecek midir, yani Hamas’ı?

Mısır, Filistin sorununu masadaki en önemli sorun olarak görüyor. Bu sorun sadece iktidarın değil, halkların da sahiplendiği bir sorun. Hatta sahiplenmenin onlardan başladığını söyleyebiliriz. Eğer Mısır bir şeyler yapabilecekse, bu Hamas ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) için bir anlam ifade edecektir. Nitekim Mısır’ın her ikisiyle de iyi münasebetleri vardır. Ayrıca, Mısır’ın Hamas üzerinde de çıkarları vardır. Ben Mısır ve Türkiye’nin birlikte iki tarafı bir araya getirebileceğine ve bir Filistin devleti için birlikte çalışmaya ikna edebileceğine inanıyorum. İsrail de Türkiye ve Mısır’ın bu doğrultuda bir katkıda bulanacağı hususunda ihtiyatlı davranıyor.

Soru: Suriye karşısında İsrail’in pozisyonu nedir? Esad’ın muhtemel düşüşü hakkında İsrailli siyaset yapıcılar ne düşünmekteler? Esad’ın gidişi mi yoksa iktidarda kalışı mı İsrail’in çıkarınadır?

Öncelikle, birçok İsraillinin, buna hükümet mensupları da dâhil, Beşar Esad’ı kastederek bildiğimiz şeytanla çalışmanın daha iyi olacağını düşündüklerini söyleyebilirim. Çünkü Beşar pragmatik ve yozlaşmış. Ayrıca kimyasal silahları hala elinde tutuyor ve bu İsrail’in endişelenmesine yetiyor. Ama öte yandan, giderek daha çok İsrailli vatandaş ve siyasetçi sürdürdüğü vahşetten dolayı Esad’ın hükümette daha fazla kalamayacağını düşünüyor ve isyancıları destekliyor. Bunun altında yatan fikir ise Esad giderse, stratejik olarak İsrail’in dostlarının kazanması ihtimali. Yeni rejimin nasıl bir rejim olacağını hala bilmiyoruz, ama Sünni Müslüman bir rejim olacağını söyleyebiliriz. Bu rejim İran ve Hizbullah ile bağlarını koparacak olursa, bu İsrail’e stratejik bir avantaj sağlayacaktır. İnsani bakış açısından ise, İsrail bence ılımlı Müslümanları desteklemeli ya da destekleyeceğini açıklamalıdır. İsrail Sünni Müslüman dünyaya ortak bir tehdit olan Şii İran’a karşı onları desteklediğinin sinyalini vermelidir. Ayrıca, bildiğiniz gibi İsrail şu an Ürdün’deki mültecilere yardım etmektedir.

Soru: Dış güçlerin Suriye’ye müdahale etmesi hakkındaki analiziniz nedir? Muhtemel bir müdahalenin Suriye’deki problemleri çözebileceğine inanıyor musunuz?

Libya’da süren çatışmaları durdurmak için NATO müdahalesi yapılmıştı. Ancak Suriye için henüz böyle bir şey söz konusu değil. Bence şu an rejimin ayakta kalması da bu yüzden. Rejimin daha ne kadar dayanabileceğini de bilmiyoruz. Ama bu noktada, Türkiye’nin lider olarak NATO ve Amerikan desteğiyle bir fark yaratabileceğine inanıyorum. Tabi, bu müdahale ülkeyi işgal etmek için değil, uçuşa yasak bölge kurmak, Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge oluşturmak için yapılacaktır. Ben açıkçası Amerikan ya da NATO uçaklarının gidip Suriye’yi bombalayacağına inanmıyorum ama Türkiye’nin bunu yapabileceğini düşünüyorum. Pek tabi ki, Türkiye için konuşamam, ülkenin kendine ait bir gündemi var. Ancak, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’de olup bitenler konusunda gerçekten üzgün ve endişeli olduğunu düşünüyorum. Irak Suriye için bir şey yapamaz çünkü Irak Başbakanı (Şii) Nuri al-Maliki’nin Beşar’a sempatisi olduğunu biliyoruz. Lübnan ise çok zayıf. Sadece Türkiye, 900 kilometrelik sınırı ve çok güçlü ordusuyla durumu değiştirebilecek bir şeyler yapabilir. Bu strateji sonuç verir mi bilmiyorum ama bu da bir ihtimal.

Soru: Arap Baharı süreci devam ederken, ayaklanmaların akabinde sadece Tunus’un gerçekten başarılı olduğuna inanılıyor. Mısır henüz istikrara tam kavuşamadı, Suriye’de ise iç savaş yaşanmakta. Siz gerçekten Tunus’un başarı sağladığına inanıyor musunuz? Tunus’taki mevcut durum ile ilgili fikirleriniz neler?

Tunus’taki seçimlerden ılımlı liberal İslami bir rejimin galip çıktığını görebiliriz ve bu iyi bir işaret. Tabi, her ülkenin kendi dinamikleri olduğunu unutmamak gerekli. Tunus’taki başarının ardında kadınların güçlü, eğitimli ve siyasette etkin olmalarının büyük rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu durum aynı zamanda rejimin neden liberal olduğunu da açıklıyor. Tunus’un diğer ülkeler için model olabileceğini düşünüyorum. Tabi ki, Selefileri de unutmamak gerekiyor, onlar militanlar ama sayıları çok fazla değil. Hükümet onları Türkiye modeline göre yeni düzene dâhil edebilir. Türkiye modeline bilerek ya da bilmeyerek öykünülüyor çünkü Türkiye Müslüman bir ülke, ılımlı, liberal ve halkını önemseyen bir iktidara sahip.

Soru: Amerika’nın Arap Baharının kaybedeni olduğunu söyleyebilir miyiz? Neticede iki müttefikini kaybetti, Tunus’ta Bin Ali ve Mısır’da Mübarek. Size göre bölgede Amerika’yı gelecekte ne bekliyor?

Amerika, Tunus ile ve Mısır’da Mursi ile iyi ilişkiler kurdu. Size daha önce de söylemiş olduğum gibi, Mısır küresel ve bölgesel güçlerle bir denge kurma çabası içerisinde, ama öte yandan Mısır Amerika’ya çok bağımlı ve bunu önemsiyor. Mısır Amerika’dan yılda yaklaşık 2 milyar dolar alıyor. Ayrıca Mısır ordusu Amerikan silahlarını kullanıyor. Ben öyle düşünüyorum ki, Amerika Mübarek’in iktidardan düşürülmesine müdahil oldu. Bu eylemi desteklediler. Hatta bazı raporlara göre, Mursi seçildikten sonra Tantavi ile görüşerek duruma uyum sağlaması hususunda telkinde bulundular. Bazıları da, Tantavi’nin gönderilmesine neden olan “küçük darbede” Amerika’nın destekçi olduğunu iddia ediyor. Bence Amerikalılar duruma uyum sağlıyorlar, zaten bunu da yapmaları gerekiyor. Neticede 2003’te Irak’ta ve öncesinde Afganistan’da büyük yenilgi ve başarısızlık yaşadılar. Ayrıca Arap-İsrail konusu var, bunu düzletmek için de ellerinden geleni yapmaları gerekiyor.

Soru: Bazı analistler İsrail’in Arap Baharının kazananı olduğunu iddia ediyorlar.Bu fikre katılıyor musunuz? Sizce bu süreçte İsrail ne kazandı ne kaybetti?

Arap dünyası kaos içinde. Biri diğeri ile kavga halinde. Burada Mısır Arap dünyasının merkez ülkesi olarak ön plana çıkıyor. Mısır da dâhil, güvenlik ve istikrar konularında herhangi bir değişiklik yaşandı mı? Gerçek bir değişimden bahsedebiliyor muyuz? Tunus ve Libya daha istikrarlı, Ürdün, Suudi Arabistan da öyle. Suriye’de durum karışık, Lübnan’da Hizbullah’ın Arap Baharından dolayı önü kesildi. Bu çerçevede İsrail’in kazandığı ya da kaybettiği imajı yanlış… Bence İsrail aynı sorunla çekişmeye devam ediyor. Eğer İsrail Filistinlilerle barış sürecini yenileme hususunda sağduyu gösterirse, bu ona çok yardımcı olacaktır çünkü Arap dünyası bu konu hususunda eskisinden daha çok beklenti içinde. Daha önce, rejimler, iktidarlar kitlelerin Filistin sorununun çözülmesi yönündeki eğilimlerini engellemekteydiler. Ama şu an iktidarlar da kitlelerle aynı doğrultuda düşünüyorlar.

Soru: Peki, Arap Baharının Filistinliler üzerindeki etkisi nedir? Sizce işgal altındaki topraklarda kitlesel bir ayaklanmanın gerçekleşme ihtimali var mı?

Filistinlilerin çok fazla etkilendiğini düşünmüyorum. Onlar için asıl sorun İsrail işgali ve Hamas ile FKÖ arasındaki ayrılık. Yani, Arap Baharının çok büyük bir değişiklik yapmış olduğunu söyleyemeyeceğim. Arap Baharı uluslara iktidara karşı ayaklanmalarının yolunu açtı. Filistinliler kiminle savaşacaklar? Burada öyle bir durum oluştuğunu sanmıyorum. Batı Şeria’da FKÖ, Gazze’de Hamas zaten halkları tarafından seçildi. Eğer sorun işgale karşı hep birlikte çalışmaksa, burada onu da göremiyoruz. Filistinliler, muhtemelen istikrara kavuştukları zaman Arap ülkelerinden Filistin-İsrail sorununa daha fazla angaje olmalarını beklemekteler. Arap Baharı Filistinlileri kenarda bırakmış durumda, bu sürecin onları çok etkilemediğini düşünüyorum.

Soru: Şu an Barış Süreci bir çıkmaza girmiş durumda, hatta sürecin sonlandığı düşünülüyor. Sizce, somut kazanımlar sağlayacak bir barış sürecini canlandırmak için neler yapılması gerekiyor?

Mısır’ın iki tarafa baskı uygulayabileceğini düşünüyorum. Ama İsrail güçlü olan taraf ve iktidar çok inatçı… Hatta İsrail barış sürecinin devam etmemesi konusunda Filistin tarafını suçluyor. Bu doğru değil. Filistinliler sürecin devam etmesini istiyor, İsrail istemiyor. Söylediğim gibi, İsrail daha fazla yerleşim birimi inşa ediyor ve daha çok kısıtlama getiriyor. Bence, eğer yeniden seçilebilirse Barack Obama, Avrupa Birliği, problemlerimiz olmakla birlikte Türkiye ve yeni Mısır, İsrail’i ikna ve teşvik edebilir. Aslında, Filistin sorununu çözmesi İsrail’in çıkarına olacaktır; aksi durumda İsrail ırkçı bir rejim (apartheid) haline gelecek. Böyle olursa İsrail tüm dünyada yalnızlaşacaktır.

Soru: Bazıları Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarının İran’ın bölgesel hâkimiyetini destekleyeceğini ve İsrail’in pozisyonunu zayıflatacağını öne sürüyorlar. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

İran’ın yapmakta olduğunu İsrail’in anlaması gerekiyor. İran Orta Doğu’da güç dengesini sağlamak için İsrail’in sahip olduğu nükleer tekeline karşı denge oluşturmaya çalışıyor. Olacak olan da budur. Şu an, kimse İran’ı nükleer kapasite geliştirmekten alıkoyamaz. İran nükleere sahip olduğunda iki ülke arasında güç dengesi olacaktır. Bu durumdan etkilenecek olan sadece İsrail değil, Türkiye ve Mısır da bundan etkilenecektir. Belki bu durum, İsrail’in Filistin sorununun çözümüne daha eğilimli olmasının yolunu açacaktır. Bu tabi ki benim İran rejimini desteklediğim anlamına gelmez. İsrail gücü tekelinde bulundurduğu ve bu yüzden her istediğini yapabildiği, Filistin sorununu çözmediği söylenmekte. İsrail’in karşısında gücünü dengeleyecek bir başka ülke olduğunda belki Filistin sorununa yaklaşımı da değişecektir.

Soru: Sizce Arap Baharı süreci sona erdiğinde, bölgeye demokrasi gelecek mi? Bölgede barış ve istikrar olacağına inanıyor musunuz? Orta Doğu’nun geleceği hakkında düşünceleriniz neler?

Bölgeye istikrar ve ideal yönetimlerin gelmesini umuyoruz. Ama bölgede birçok tehlikenin olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Söylemiş olduğum gibi, bölgede İran tehlikesi var. Bu durum sadece İsrail’i değil; Suudi Arabistan’ı, Ürdün’ü, Körfez ülkelerini ve hatta Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Yani, ben bölgede devam eden bir barış görmüyorum, ama yeni bir güç dengesi oluşabileceğini düşünüyorum. İsrail açısından da en iyi senaryonun İran’ı kontrol altına alacak Arap ve Türkiye gibi Arap olmayan Sünni ülkelerden oluşacak bir koalisyona, bir stratejik ittifaka katılması olduğunu değerlendiriyorum. Ve bunu sürekli söylediğim için üzgünüm ama kanaatimce Filistin sorunu çözüldüğünde, İran’ın dahi İsrail’e düşman olmak için ne bahanesi ne motivasyonu kalacaktır. Ve diğer yandan, liderler defaatle şunu söylemekteler: “Eğer Filistin sorununu çözersek, kime, neye müdahale edeceğiz? Dolayısıyla, sorunu çözmeyeceğiz, sorunun içinde kalacağız.” Ben burada bir barış görmüyorum ama bir nevi güç dengesi görüyorum. Bunu elde etmek de çeşitli aktörlere bağlı. Amerika bu bağlamda önemli bir rol oynamakta çünkü bölgenin istikrara kavuşması Amerikan çıkarlarına uygundur.

Profil: Moşe Ma’oz

Moşe Ma’oz, Kudüs İbrani Üniversitesi, Beşeri Bilimler Fakültesi’ne bağlı İslam ve Orta Doğu Çalışmaları bölümünde fahri profesördür. Arap halkları ve Orta Doğu konularındaki uzmanlığı dolaysıyla tanınmaktadır. Kendisi ayrıca Harry Truman Araştırma Enstitüsü’nün eski yöneticilerindendir.

Prof. Ma’oz, şu an Enstitü’nün kıdemli araştırmacısı ve Orta Doğu biriminin öğretim üyesidir. Hem Arap hem de İsrailli araştırmacılarla çalışarak, bölgenin siyasi, ekonomik ve ideolojik trendlerini incelemektedir. Şimdiye kadar çeşitli liderüniversitelerde ve enstitülerde misafir öğretim üyeliği yapmıştır. İsrail parlamentosunda (Knesset) Arap ilişkileri hususunda danışmanlık yapmıştır. Kendisi Şimon Peres ve Yitzak Rabin’in başbakanlığı süreçlerinde resmi danışmanlar komitesinde de yer almıştır. Akademik çalışmaları Orta Doğu politikaları üzerine odaklanmaktadır. Arapça, İbranice ve İngilizce dillerinde birçok yayınlanmış eseri bulunmaktadır.

Profil: Tuğçe Ersoy Öztürk

Tuğçe Ersoy Öztürk Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldu. Çalışmalarını Lyon Üniversitesi, Siyasal Çalışmalar Enstitüsü Akdeniz ve Orta Doğu Çalışmaları Bölümünde sürdürdü. Yüksek lisans eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler alanında Orta Doğu Araştırmaları programında tamamladı. 2010-2012 yılları arasında Türk-Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (TASAM) çeşitli projelerde koordinatörlük yaptı. Doktora çalışmalarına Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde devam eden Tuğçe Ersoy Öztürk BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları biriminde görev yapmaktadır.

Tuğçe Ersoy Öztürk’ün çalışmaları güncel Orta Doğu siyaseti, Filistin-İsrail sorunu, çözümü ve barış süreçleri, Yahudi ve Filistin kimlikleri ile İsrail’in dış politikası üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Dani Rodrik: Did Microsoft steal its fonts from the Turkish army? /// CC : @vardiyabizde @BalyozGercekler @rodrikdani


The Turkish court that sentenced more than 300 officers on coup plotting charges in September apparently thinks so.

The Turkish military has long set the ground rules for Turkish politics, and this was hailed as a landmark trial. Many saw it as the centerpiece of a democratic, mildly Islamist government’s long overdue reckoning with the army’s misdeeds.

If the charges in the case are to be believed, misdeeds there were aplenty. Prosecutors had in hand CDs, apparently from 2003 that contained detailed military plans to destabilize the country and dislodge the newly-elected AKP government from power. According to the documents in the CDs, General Cetin Dogan, then commander of the Istanbul-based 1st Army commander, and his collaborators had prepared horrific operations, including the downing of a Turkish military, the bombing of two mosques, and the targeting of Armenian intellectuals, in order to lay the groundwork for the coup. They had drawn up lists of journalists and politicians to be arrested, selected a new cabinet, and even prepared an economic program for the new government.

The trial was marred by irregularities from the very beginning. The CDs were never properly authenticated beyond the date and author information in the metadata. A report that found the documents could not be traced to military computers vanished. Exonerating evidence uncovered by the prosecutors was placed under seal and hid from the defense. The presiding judge, who had ruled previously in favor of some of the defendants’ requests, was replaced two days before the trial opened. The pleas of defendants who proved they were out of the country on the dates they supposedly authored the documents met no response. A growing list of anachronisms and other inconsistencies in the documents was passed over. Meanwhile pro-government and Gulenist media had a field day, spreading rampant disinformation about the case and the defendants.

But the real shocker came when the court finally provided digital copies of the incriminating CDs to the defense, nearly two years after they had been delivered to the prosecutors. American, German, and Turkish forensic experts hired by the defense were able to establish conclusively that the CDs had been forged.

And here is where Microsoft enters the picture.

The centerpiece of the prosecution’s case is a MS Word document, titled “Operation Sledgehammer.” This document, which gives the case its name, describes the rationale for the military takeover and the broad contours of the plan. It carries the date December 2002 and is has General Dogan’s name underneath. On the face of it, there is nothing in the digital file that would contradict this information. The metadata shows a last-saved date of December 2002 and the putative author to be General Dogan’s chief of staff. (Dogan retired from the army in late 2003.) The CD on which it is found was apparently burned in a single session on March 2003. The document is written using the Arial font and was saved in MS Word 1997, both of which were widely in use in 2003.

Yet when forensic experts looked more closely at the document with a Hex editor, which shows all the binary information on the file, they made a discovery that revealed that the metadata had been tampered with. In plain sight on the raw file was a reference to “Calibri,” a font that Microsoft introduced with Office 2007 as the new default font for Word, and was first released to the public in mid-2006. The only explanation for this anachronistic reference was that the file had been worked on with Office 2007 before it was ultimately saved in an earlier version of Word. It was clear that “Operation Sledgehammer” could not have been produced and burned onto a CD in 2003.

Sledgehammer Action Plan

Digital fingerprints of MS Office 2007 are in fact all over the documents on the incriminating CDs. In addition to Calibri, there are references to the font Cambria and various XML schemas first introduced with Office 2007. In one egregious instance, an Excel file was saved in Calibri so that the font is visible to the naked eye. The forgers apparently forgot to save the document in an earlier font.

All these documents carry last-saved dates from 2002-2003, appear to have been authored by officers on duty at the time, and were burned on CDs that were apparently finalized in March 2003. But the references to Office 2007 leave room for only one conclusion: these documents were in fact prepared years later on backdated computers, with the intention of framing the officers on trial.

Not surprisingly, when these findings were presented to the court, they met the same stony silence that had met earlier indications of forgery. Turkish law allows courts to disregard forensic evidence presented by the defense. Only forensic reports obtained by the court itself carry weight. And the court pointedly refused to assign its own experts on the matter.

By now, even hard-core supporters of the prosecution have had to accept that the evidence in this case is deeply flawed. They no longer talk about the obviously fabricated mosque-bombing, jet-downing, or assassination plans. They have shifted their accusations instead to the contents of a contingency planning seminar held under General Dogan’s supervision in March 2003.

The anonymous informant who passed on the forged CDs bundled them with authentic material, including voice recordings from the seminar. The seminar focused on the army’s response to what was called a “worst-case scenario:” rising tensions with Greece compounded by domestic disturbances in the forms of an Islamist uprising. The proceedings reveal an open secret, namely that there was a strong undercurrent of antipathy among the military towards Tayyip Erdogan and his party.

Many now use snippets of those conversations to argue that they constitute ample evidence of a coup plot on their own — even if the digital Sledgehammer documents themselves are set aside. Never mind that there was no reference to Sledgehammer or any coup in the seminar; that the seminar was attended by observers from the high command in Ankara; that the prosecutors did not attribute any criminal activity to the seminar itself; that the bulk of those found guilty had nothing to do with the seminar; or that most seminar participants were not even indicted.

General Dogan’s two superiors at the time, the commander of the land forces and the chief of general staff, were two key witnesses who could have provided useful testimony. The prosecutors claimed that the former had thwarted the Sledgehammer coup, without even bothering to question him. In public, both denied any knowledge of Sledgehammer, but said there had been irregularities in the way the seminar was carried out. The defense repeatedly asked that they be called in as witnesses. The court refused. Did I say this was a kangaroo court?

My wife Pinar Dogan and I have been detailing the Sledgehammer fraud since the CDs first surfaced at the beginning of 2010. Cetin Dogan is my father-in-law, and we obviously have a personal stake in the matter. But our concern extends beyond this specific case and the 300-plus innocent individuals who have been found guilty in a sham trial. The evident framing and massive judicial misconduct on which the Sledgehammer case rests shines a bright light on the kind of country Turkey has become under Tayyip Erdogan and his Gulenist allies. Reminiscent of periods of military rule, the judiciary has turned into a tool for settling scores and remaking Turkish society and politics. The wave of entrapment has so far ensnared military officers, journalists, politicians, Kurdish activists – indeed opponents of all stripes. In a system that can put you behind bars because of a Word document with your name on it, no-one is safe.

The defendants in the Sledgehammer travesty have at least one thing to look forward to. Their guilty verdict means they must have developed Calibri, Microsoft Office 2007’s default font, years before Microsoft says it did. Sorry, Microsoft, you have been caught out. You owe these officers billions of dollars.

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!